Cumhuriyetin Çöküşü
Cumhuriyet, bugün artık yalnızca tarihsel bir kavram olmanın ötesine geçmiş; sınıflar arasındaki çelişkilerin çözümsüzlüğünü ve halk iradesinin sistematik olarak gasp edilmesini simgeleyen bir olgu hâline gelmiştir. Devletin kuruluş ideolojisi ile günümüzdeki sermaye egemenliğinin biçimlenişi arasındaki fark neredeyse tamamen ortadan kalkmış; Türkiye kendi burjuva cumhuriyetini tüketmiştir. Tükenen bu yapı, halkın gündelik yaşamına sirayet eden bir baskı aracına dönüşmüştür.
Geriye kalan, sermaye sınıfının siyasal tahakkümünü sürdürmek için dinsel, milliyetçi ve otoriter araçlarla yeniden ürettiği bir İslamcı faşizmdir. Bu çöküş yalnızca siyasal kurumların işlevsizleşmesiyle sınırlı kalmamış; toplumsal hafıza, değerler ve kamusal yaşam da derin bir tahribata uğramıştır. Halkın gündelik yaşamı, devlet ve sermaye ilişkilerinin mantığına tabi kılınmış; eşitsizlik, keyfi yasalar ve ideolojik manipülasyonlar aracılığıyla normalleştirilmiştir.
Cumhuriyet’in tarihsel vaat ettiği eşitlik, özgürlük ve halk egemenliği bugün sermaye ile dinî–sembolik güçlerin tahakkümüne bırakılmıştır. “Cumhuriyet” adı, tarihsel bir referans olmaktan çok, içi boşaltılmış bir kavram olarak varlığını sürdürmektedir. Bu tablo, eski cumhuriyetin restorasyonunu değil, onun yıkıntılarından yeni bir toplumsal düzenin kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Halkın özgürlüğü, kadınların eşitliği ve ezilen tüm kimliklerin hakları, ancak mevcut düzenin sınırlarını aşan devrimci bir mücadeleyle mümkün olabilir.
Cumhuriyet’in çöküşü, halkın kendi tarihini yeniden yazma fırsatını sunan bir dönemeçtir: Geçmişin hayalini değil, geleceğin kurucu gücünü inşa etme çağrısıdır.
Sermaye Devleti
Bugün devlet, artık ulusun ya da halkın temsilcisi olmanın ötesine geçmiştir; sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını yönetmek ve emperyalist sistemin bölgesel taşeronu olarak işlev görmek üzere biçimlenmiştir. Cumhuriyet’in tarihsel merkezi bürokrasisi, neoliberal dönemde sermaye oligarşisinin siyasal biçimine evrilmiş; halk iradesi görünmez kılınmıştır.
1980 askeri darbesiyle başlayan dönüşüm süreci, 2000’lerde siyasal İslamcı kadrolar tarafından tamamlanmıştır. Devlet artık ekonomik yeniden dağıtımın değil, rant ve yağmanın merkezidir. Kamu kaynakları, özel sermaye ağları ve mafyatik gruplar arasında el değiştirirken yurttaşlık bağı yerini biat ilişkisine bırakmıştır.
Bu süreçte devlet, kendi egemen sınıflarının çıkarlarını emperyalist merkezlerle uyum içinde sürdüren, içte ise halkı sürekli denetim altında tutan Sömürge Tipi Faşizm biçiminde yeniden yapılanmıştır.
Sömürge Tipi Faşizm, bağımlı kapitalist ülkelerde egemen sınıfın, emperyalist merkezlerle uyum içinde kendi halkını baskı altında tutmak için geliştirdiği bir yönetim biçimidir. Bu faşizm, bağımsız bir ulusal egemenliğin değil, dışa bağımlı bir sermaye düzeninin güvenlik zırhıdır. İktidar, kendi halkına karşı sömürgeci bir yönetsel refleks geliştirmiştir.
Devlet artık hukukun değil, mülkiyetin bekçisidir. Hukuk, yalnızca sermayenin sürekliliğini güvence altına almak için işler; adalet, yoksuldan değil, yatırımcıdan yanadır. Bu nedenle “hukuk devleti” ya da “demokratik rejim” tartışmaları biçimsel düzeyde kalır; sorunun özü, devletin sınıfsal karakterindedir.
İdeolojik Faşizm
Türkiye’de faşizm yalnızca baskı ve zor aygıtlarının yoğunlaşması değildir; geniş kitlelerin rızasının dinsel, kültürel ve milliyetçi temeller üzerinden yeniden üretilmesidir. Sermaye birikim sürecinin yarattığı eşitsizlik dinsel meşruiyetle örtülmüş; fakirlik “kader”, itaat “iman”, zenginlik ise “nimet” olarak sunulmuştur. Devlet, toplumsal çürümeyi dinî sembollerle kutsallaştırarak sömürü ilişkilerini görünmez kılmıştır.
Faşist ideoloji, yalnızca bir iç baskı mekanizması değil; bağımlı kapitalizmin sürekliliğini sağlayan bir ideolojik formdur. Bu nedenle Türkiye’deki faşizm, klasik anlamda ulusal değil, Sömürge Tipi Faşizm karakterindedir — yani hem yerli oligarşinin hem de emperyalist sistemin çıkarlarını koruyarak halkı ideolojik teslimiyete zorlar.
Eğitim sistemi bu yeniden üretimin merkezidir. Dinselleşmiş müfredat, eleştirel düşüncenin yerine itaat kültürünü koymuş; üniversiteler bilimin değil, dogmanın üretim merkezine dönüşmüştür. Diyanet, yalnızca dini temsil etmekle kalmayıp siyasal iktidarın ideolojik aygıtı hâline gelmiştir. Medya tekelleşmiş, kamusal alan dinî sembollerle işgal edilmiştir.
Kadın bedeni, aile ve milletin bekası üzerinden siyasal kontrol nesnesine dönüştürülmüş; kadınların eşitlik talebi “ahlak” adı altında bastırılmıştır. Bu rejim, patriyarkayı kapitalist sömürünün ideolojik çimentosu olarak kullanır. Kadınların, gençlerin, Kürt halkının ve tüm ezilenlerin özgürlük talepleri “millî birlik” yalanı altında kriminalize edilir.
Bu ideolojik tahakküm, ekonomik krizin ve yağma düzeninin meşruiyet zeminini oluşturur.
Kriz ve Yağma
Faşizm her zaman bir krizin yönetim biçimidir; Türkiye’de durum farklı değildir. Derinleşen ekonomik kriz, rejimin ideolojik sertliğiyle paralel biçimde büyümektedir. Sermaye birikimi üretimden değil, spekülasyon, rant ve borç üzerinden sağlanır. Neoliberal model tıkandığında devlet, sermaye için doğrudan bir transfer mekanizmasına dönüşür.
Kamu ihaleleri, otoyollar, madenler ve enerji projeleri aynı çıkar ağının parçaları hâline gelmiştir. Bu yapı, üretici güçlerin değil, asalak sınıfların çıkarlarını temsil eder. İslamcı burjuvazi, devletle kurduğu simbiyotik ilişki sayesinde zenginleşir ve dinî sembollerle donatılmış bir hegemonya inşa eder.
Bu yağma düzeni, Sömürge Tipi Faşizmin ekonomik ifadesidir: Üretim ilişkileri dışa bağımlı hâle gelirken, içeride emeğin sömürüsü olağanlaştırılır. Egemen sınıf, emperyalizme bağlı kalmak şartıyla iktidarını sürdürür; halkın yoksulluğu bu bağımlılığın kurumsal bedeli olur.
Kriz, yoksul halk sınıflarını daha da yoksullaştırırken, zenginlerin serveti katlanarak artar. Rejim, ekonomik tıkanmayı siyasal baskıyla dengelemeye çalışır: sansür, tutuklamalar, yasaklar, linç kampanyaları… Faşizm, krizin süreklileştirilmiş biçimidir.
Muhalefetin Çıkmazı
Burjuva muhalefet, rejime karşı gerçek bir alternatif değil; onun sınırları içindeki bir düzenleme girişimidir. “Demokratik restorasyon” söylemleri, sermaye düzeninin devamını garanti eder. Ulusalcı cumhuriyetçiler laik mirasa sarılır ama özel mülkiyeti, NATO’yu ve sermaye egemenliğini sorgulamaz. Sosyal demokratlar ve liberal reformistler ise faşizmi yalnızca kişisel otoriterlikle açıklayarak sınıfsal temeli görünmez kılar.
Gerçek kurtuluş, reformdan değil; devrimci kopuştan geçer. Bu kopuş, halkın kendi iradesiyle yeni bir düzen inşa etmesini zorunlu kılar.
Sosyalist Cumhuriyet
Halkın önündeki görev, çökmüş burjuva cumhuriyetini yeniden diriltmek değil; onu aşmaktır. Sosyalist Cumhuriyet, geçmişin restorasyonu değil, geleceğin kuruluşudur. Bu yeni toplumsal düzen üç temel kopuş içerir.
Mülkiyet ilişkilerinde dönüşüm: Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve özel mülkiyetin sınıfsal tahakkümden arındırılması.
Devlet aygıtının dağıtılması ve taban demokrasisi: Halk meclisleri temelinde yeni siyasal örgütlenme ve karar alma mekanizmalarının halkın eline geçmesi.
Emperyalist bağımlılığın reddi ve bölgesel dayanışma: Sosyalist bir dış politika anlayışıyla bağımsızlık ve halklar arası dayanışmanın öncelenmesi.
Gerçek laiklik, devletin değil, halkın laikliğidir. İnanç özgür, kamusal yaşam ise aklın rehberliğinde olmalıdır. Kadınların, gençlerin, Kürt halkının ve ezilen tüm kimliklerin özgürlük talepleri bu yeni cumhuriyetin kurucu unsurlarıdır.
Kurtuluşun Yolu
Türkiye’de karşı karşıya olunan tablo, yalnızca bir rejim krizi değil; aynı zamanda bir medeniyet krizidir. Dinsel gericilik toplumsal çürümenin ideolojik biçimi, neoliberalizm ise bunun ekonomik temelidir.
Burjuva cumhuriyetin iflası, halkın yeni bir tarih yazmasının ön koşulunu yaratmaktadır. Görev, eskiye dönmek değil; yeni bir cumhuriyeti – Sosyalist Cumhuriyeti – kurmaktır. Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın tahakkümü kırılmadıkça ne demokrasi mümkündür, ne laiklik, ne de özgürlük.
İslamcı faşizmin karşısında gerçek laiklik, bağımsızlık ve halk egemenliği, emekçi sınıfların birleşik örgütlü iradesiyle kazanılabilir. Bu mücadele soyut bir ideal değil; işçilerin, kadınların, gençlerin, Kürt halkının ve tüm ezilenlerin ortak eylem gücüdür.
Devrim, yalnızca iktidarın değişimi değil; toplumun kendi kaderini eline almasıdır.
Cumhuriyet ancak o zaman halkın eline geçecek; burjuvazinin değil, halkın tarihi yeniden başlayacaktır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.




251934370.webp)





252534979.webp)







243429794.webp)
241725935.webp)











240907348.webp)





































250010549.webp)





























