
Farklı Mücadeleleri Kesiştirmek İçin
Türkiye’de politik militanlığın toplumsal yaşamın farklı alanlarında yeniden güç kazanması, günümüzün en önemli siyasi meselelerinden biri olarak öne çıkmakta. Bu mücadeleyi yalnızca büyük şehirler, belirli üniversiteler ve muhalif mahalleler ekseniyle sınırlandırmak yerine, geniş bir toplumsal etkileşim alanına yaymak büyük bir önem taşıyacaktır. Böyle bir dönüşüm, politik militanlığın karakterini belirleyen çoğalma fikriyle birlikte ele alınmalı ve günümüz mücadele dinamiklerine uygun yeni örgütlenme biçimlerinin öngörülmesi perspektifine dayandırılarak geliştirilmelidir.
Değiştirme esasına göre öngörülen genişleme, yalnızca bir taktik meselesi olarak değil, aynı zamanda farklı toplumsal kesimlerde bütünlüklü organik politik militanlığın nasıl gelişebileceğine dair bir deneyim sürecini de içermelidir. Politik örgütlerin sınırlarını aşarak devrimci yaratıcılığı nasıl harekete geçireceği, toplumsal mücadelede nasıl derinleşeceği ve farklı kesimlerle güçlü bağlar kurarak kökleşeceği soruları, geçmiş deneyimlerin ışığında günümüzde yanıtlanması gereken kritik konuların başında gelmektedir.
Türkiye’de üniversiteler, 1980 darbesi sonrası inşa edilen neoliberal düzen içinde sermaye ve devlet arasına sıkışmış bir yapıya dönüşmüştür. Akademik özgürlük ve politik düşüncenin yeşerdiği alanlar olarak değil, piyasalaştırılmış bilgi üretim merkezleri olarak şekillendirilmiştir. Ancak bu süreçte ekonomik ve toplumsal çelişkiler derinleşmiş, akademik personel yoksulluk sınırının altında maaşlarla çalışırken, öğrenciler borç batağına sürüklenmiş ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple üniversiteler yalnızca eğitim alanları olmaktan çıkıp, bir sınıf mücadelesi zeminine dönüşmüş akademi alanları olmuştur.
Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik kayyum atamaları, son yıllarda akademik alanın “özerkliğine” yönelik en büyük saldırılardan biri olmuştur. AKP iktidarının doğrudan müdahalesiyle “özerkliği” gasp edilen üniversite, neoliberal ve faşist politikalar doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Buna karşılık öğrenciler, akademisyenler ve emekçiler bir araya gelerek uzun soluklu bir direniş süreci başlatmış ve sürdürmüştür. Bu direniş yalnızca akademik özgürlük mücadelesiyle sınırlı kalmamış, eşitlik adalet, demokratik özerklik ve özgür bilim talebi etrafında geniş bir toplumsal direnişin parçası haline gelmiştir. Boğaziçi’nde yükselen bu mücadele, sermaye düzenine karşı anti-kapitalist ve anti-faşist bir perspektif geliştirmiştir.
Ancak politik mücadelenin yalnızca üniversitelerle sınırlı kalması yeterli değildir. Başarılı bir politik hareketin, büyük kent merkezlerinin ötesinde sanayi bölgeleri, gecekondu mahalleleri ve kent çeperlerindeki emek yoğunluklu bölgelerle de bağ kurması gerekmektedir. Hayat pahalılığı, işsizlik, barınma krizi ve polis baskısı gibi konular, farklı toplumsal kesimleri ortak çıkarlar etrafında bir araya getirebilir. Türkiye’deki kira krizine karşı ortaya çıkan dayanışma ağları, işçi grevleri ve yerel protestolar, dışarıdan bir militanlık ithal etmek yerine, zaten var olan toplumsal mücadelelere dahil olmanın ve bu mücadeleleri güçlendirmenin daha etkili olduğunu göstermektedir.
Bu noktada kritik soru şudur: Farklı mücadele alanlarındaki militanlık nasıl dönüştürülebilir? Tarih boyunca sınıf hareketleri sendikalar, taban örgütleri, partiler ve özerk kolektifler gibi çeşitli örgütlenme modelleri geliştirmiştir. Ancak günümüz Türkiye’sinde burjuva partilerini referans alan yapıların büyük krizler yaşadığı açıktır. Sendikalar giderek etkisizleşmekte ve kitlesel toplumsal hareketler parçalanmış bir görünüm sergilemektedir. Bu nedenle, politik militanlığın geleceği açısından, mevcut mücadele alanlarından doğan öz-örgütlenme biçimlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması yaşamsal bir zorunluluk haline gelmiştir.
Gezi Direnişi, Türkiye’de politik mücadele anlayışında önemli dönüşümler yaratmış bir deneyim olmuştur. O dönemde ortaya çıkan forumlar, dayanışma ağları ve yerel meclisler, merkezi yapılara bağlı olmayan bir direniş modeli üretme potansiyeli taşımaktaydı. Ancak zamanla bu yapılar dağıldı ve yerlerini daha bireysel ya da dar grup tabanlı eylem biçimlerine bıraktı. Bugün ise bu deneyimleri, sınıf mücadelesi zemininde yeniden üretmek mümkündür. Ancak bunun için militanlığı salt bir kimlik veya teorik pozisyon olarak görmek yerine, sınıfsal çatışma anlarında aktif olarak öncülük etmeyi gerektirmektedir.
TÜSİAD’ın kayyumlarla ilgili yaptığı açıklamanın AKP temsilcileri tarafından sert şekilde eleştirilmesi, sorunun ciddiyetini gözler önüne sermiştir. Patronlar kulübünün “demokrasi” ve “hukuk” vurgusu geniş kesimlerde yankı bulsa da, esasen kendi sınıf çıkarlarını koruma refleksiyle hareket ettiği açıktır. İşçi ve emekçiler açısından bu tür açıklamalar bir anlam ifade etmemektedir.
Geniş toplumsal mücadele dinamikleri dikkate alındığında, meseleleri politik militanlık perspektifiyle ele almak gerekmektedir. Sermaye düzeninin devamlılığını esas alan bu tür kurumlar, otoriterleşme sermaye çevrelerine zarar verdiğinde tepki gösterirken, milyonlarca emekçinin maruz kaldığı sömürü ve yoksulluğa kayıtsız kalmaktadır. Bu kayıtsızlık, sistemlerinin temel düşüncesini oluşturmaktadır. Oysa emekçilerin karşı karşıya olduğu ekonomik şiddet, en az siyasi baskılar kadar sistematik ve yıkıcıdır.
Devletin baskı aygıtları yalnızca yargı ya da kolluk kuvvetleriyle değil, aynı zamanda TÜİK, Merkez Bankası gibi kurumlar aracılığıyla da ekonomik şiddeti kurumsallaştırmaktadır. İşçi ücretlerinin baskılanması, enflasyonla emeğin değersizleştirilmesi, temel yaşam haklarının gasp edilmesi doğrudan halkı hedef alan açık bir faşist saldırıdır. İşçilerin Antep’te ve ülkenin dört bir yanında yürüttüğü hak mücadelesine yönelik devlet baskısı da, bu ekonomik şiddetin tamamlayıcısıdır. Ancak sermaye örgütleri için bu mücadeleler görünmezdir; çünkü onların demokrasiden anladığı düzen işçi sınıfının susması üzerine kurulu, piyasa düzeninin aksamadan işlemesi şeklindedir.
Sonuç olarak, politik militanlığın geleceği açısından tarihsel örgütlenme biçimlerinin yeni modellerle harmanlanması kritik bir öneme sahiptir. 20. yüzyılın klasik politik mutfağından alınan reçetelerle varlığını sürdüren yapılar, günümüz mücadele dinamiklerini tam anlamıyla anlayıp ihtiyaçlarına denk düşecek yeni reçeteleri oluşturamamaktadır. Türkiye’de mevcut politik yapılar, toplumsal mücadeleyi dönüştürme gücüne tek başına sahip değildir. Bu nedenle, eylem süreçlerinden doğan öz-örgütlenme modellerinin politik militanlıkla bütünleştirilmesi ve bunların sürekliliğini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması, politik mücadelenin yeni çatısını inşa etmenin zorunlu bir koşulu olarak önümüzde durmaktadır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.