
Yeni Egemenlik Rejimi
Türkiye yalnızca ekonomik bir çöküş süreciyle değil; aynı zamanda burjuva sınıf iktidarının yeniden yapılanmasıyla karşı karşıyadır. Bu dönüşüm, küresel ölçekte derinleşen sermaye krizinin çevre ülkelerde çok boyutlu bir yıkıma dönüşmesiyle şekillenmektedir. Türkiye özelinde ise ekonomik kriz, yalnızca toplumsal kesimleri ezmekle kalmamış; egemen sınıfın politik yapısını yeniden inşa etme çabasına da zemin hazırlamıştır. Bu süreç, otoriterleşme ve toplumsal muhalefetin bastırılmasıyla birleşerek, burjuvazinin yeni bir hegemonya biçimiyle tahakküm altına alma girişimi olarak somutlaşmaktadır.
Egemen sınıf yalnızca yönetsel biçimleri değil; toplumsal ilişkileri, sınıf konumlarını ve ideolojik aygıtları da bütünüyle yeniden yapılandırmaktadır. Faşist biçimde kurumsallaşan bu yeni rejim, egemen sınıfın kriz koşullarında yeniden tahkimi anlamına gelir. Türkiye’deki mevcut rejim, devletin tüm kurumlarının tek bir merkezde toplanması ve toplumsal yaşamın her alanının ideolojik baskı altına alınması yoluyla sınıfsal egemenliğini pekiştirmeyi hedeflemektedir.
Krizin Zırhı Faşizmin Kurumsallaşması
Kapitalizm, tarihsel kriz anlarında yalnızca ekonomik önlemlerle değil; aynı zamanda siyasal olarak da sert rejim biçimleriyle kendini yeniden yapılandırma eğilimi taşır. Faşizm, bu yeniden yapılanmanın en yoğun biçimlerinden biridir. Yalnızca bir baskı rejimi değil, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için örgütlenmiş, yoğunlaşmış ve kurumsallaşmış bir sınıf diktatörlüğüdür.
Türkiye’de bu süreç özellikle 2015 sonrası görünür hale gelmiştir. Gezi İsyanı ve 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan halkçı dinamikler, iktidar tarafından devletin tüm kurumları aracılığıyla bastırılmış ve süreç faşist bir restorasyona evrilmiştir. Bugün, 12 Eylül’ün otoriter mirası, neoliberal güvenlik devleti ve İslamcı tahakkümle birleşerek yeniden üretilmekte; bu bileşim halk sınıflarının sosyal, ekonomik ve siyasal haklarına sistematik saldırılarla sonuçlanmaktadır. Faşizmin kurumsallaşması; yalnızca devletin otoriter yapısının güçlenmesi değil, aynı zamanda toplumun her kesimine yönelik ideolojik kuşatma, baskı ve susturma yöntemlerinin kalıcı hale gelmesi demektir.
İnancın Siyaseti Politik İslam’ın Tahakkümü
AKP iktidarında din, yalnızca bir inanç sistemi değil; aynı zamanda devletin ve sermayenin ideolojik aygıtı olarak yeniden inşa edilmiştir. Dinin toplumsal kontrol aracı haline getirilmesiyle birlikte, halk sınıflarının yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler de artmıştır. Zorunlu din dersleri, Diyanet’e aktarılan devasa bütçeler, kadınların bedenine yönelik saldırılar ve eğitim sisteminin dinselleştirilmesi, bu ideolojik kuşatmanın açık örnekleridir.
Politik İslam yalnızca kültürel bir kuşatma yaratmakla kalmamış; aynı zamanda işçi sınıfının ve yoksul halk kesimlerinin ekonomik ve siyasal mücadelelerini etkisizleştirmeye yönelik bir ideolojik araç haline gelmiştir. Halk kitlelerinin dini duygularının araçsallaştırılması yoluyla rızanın üretilmesi, faşizmin ideolojik boyutunun ne denli güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu süreç, kapitalist tahakkümün ideolojik olarak pekiştirilmesini ve derinleştirilmesini sağlamaktadır.
Direnişi Örgütlemek Devrimci Görev ve Zorunluluk
Faşizmin kurumsallaştığı, politik İslam’ın toplumu ideolojik olarak kuşattığı ve kapitalist sömürünün derinleştiği bir dönemde, sosyalist hareketin tarihsel sorumluluğu yalnızca muhalefet etmek değil; halkın devrimci alternatifini yaratmaktır. Bugün Türkiye solunun önemli bir kesimi, halkın gündelik mücadele dinamiklerinden kopuk, dar çevrelere hapsolmuş bir pozisyondadır. Oysa Gezi’den Boğaziçi Direnişi’ne, kadın hareketinden Kürt halkının özgürlük mücadelelerine ve 19 Mart gençliğinin çıkışına kadar birçok direniş momenti, birleşik devrimci bir stratejiyle örülemediği için süreklilik kazanamamıştır.
Sol, büyük patlamaları beklemeyi bırakmalı; her anı örgütlenme ve dayanışma için bir fırsata çeviren, süreklilik kazanan bir birleşik mücadele hattı inşa etmelidir. Devrimci bir sınıf cephesi, yalnızca savunmacı değil; aynı zamanda kurucu bir siyasal hattı temsil etmelidir. Bu cephenin laik, demokratik, halkçı ve enternasyonalist bir karakter taşıması; halk sınıflarının siyasal taleplerini birleştirmesi gerekir. Ancak böyle bir güç, faşizme karşı etkili bir direniş geliştirebilir.
Cephe Halkın Birleşik Gücü
İşçiler, gençler, kadınlar, Kürt halkı ve ezilen tüm kesimler, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda siyasal bir hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Neoliberal sömürü, faşist baskı ve ideolojik kuşatma karşısında bu mücadele, kendiliğindenliğe terk edildiğinde bastırılmakta ya da sistem tarafından soğurulmaktadır.
Devrimci bir sınıf cephesi bu nedenle savunmacı değil, aynı zamanda kurucu bir karaktere sahip olmalıdır. Bu cephe, halk sınıflarının özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet taleplerini birleştirmeli; bireysel hak ve özgürlüklerin ötesinde tüm halk sınıflarının ekonomik ve siyasal taleplerini ortaklaştırmalıdır. Böyle bir birleşik güç, hem mevcut tahakkümü yıkacak hem de adil bir toplumun kurulması yolunda önemli bir başlangıç olacaktır.
Ya Direniş, Ya Sessizlik
Kapitalizmin çok yönlü krizi, faşizmin kurumsallaşması ve politik İslam’ın tahakkümü karşısında sessizlik, yalnızca mevcut düzenin onaylanması anlamına gelir. Bu sessizliği yırtmanın yolu, halk sınıflarının öz gücüne dayanan ve sosyalist bir perspektifle örülmüş birleşik bir sınıf hareketinin inşasından geçmektedir.
Bu hareket, yalnızca Türkiye'de değil; dünya çapında yükselen direnişlerden beslenmeli, enternasyonalist dayanışmayı örgütlemelidir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist damarların ortaklaştığı devrimci bir siyasal hat, halkların birleşik mücadelesini yaratmalı; yönünü faşizmin yıkılması, kapitalizmin ortadan kaldırılması ve toplumsal eşitliğin sağlanmasına çevirmelidir. Türkiye halklarının kaderini değiştirecek yegâne yol, bu birleşik, devrimci sınıf hareketidir.
Eğer bu direnişi örgütleyemezsek, tarihin karanlık sayfalarına bir sessizlik daha eklemiş olacağız. Bugün Beyazıt Meydanı’ndan yükselen gençlik sesi, bu sessizliği delen ilk yankı olmuştur. Gençliğin öfkesinden doğan bu çıkış, yalnızca bir tepki değil; sokakları terk etmeme kararlılığının, direnişi gündelik yaşama taşıma iradesinin bir manifestosudur. “Söz değil, sokak” diyen bu kuşak, faşizme, yoksulluğa, gericiliğe karşı başkaldıran bir iradeyi temsil etmekte ve birleşik sınıf hareketinin öncü kuvveti olmaya adaydır.
21. Yüzyılda Devrimcilerin Siyaset Tarzı
Devrimci siyasetin günümüzde etkili olabilmesi için ezberlerinden vazgeçmesi gerekir; değişen toplumsal dinamiklere uygun, esnek ve yaratıcı mücadele biçimleri hayata geçirilmelidir. 21. yüzyıl, krizlerin, isyanların ve karşı koyuşların çağıdır. Bu çağ, devrimciler için yeni toplumsal formları, örgütlenme tarzlarını ve iletişim araçlarını kavrama zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.
Bugün devrimci siyaset, yalnızca teorik doğruların tekrarıyla değil; gelişen durumu hızla kavrayan, sokağın nabzını tutan reflekslerle örülmelidir. Bu refleks, muhalefet etmenin ötesinde; kurucu olan, yeni bir yaşamı bugünden inşa etme iradesini taşıyan bir siyaseti ifade eder. Gençlik hareketlerinden ekoloji mücadelelerine, işçi direnişlerinden kadın örgütlenmelerine dek çeşitlenen mücadele biçimlerine karşılık verecek bir çizgi inşa edilmelidir.
Devrimcilerin siyaset tarzı; ezilenlerin her çıkışını tarihsel bir olanağa dönüştürme ve toplumsal öznelerin yaratıcılığına kulak veren ve örgütlü halk gücünü geleceği kurmanın temel dayanağı sayan bir anlayışla yeniden yapılandırılmalıdır. Bu tarz, yalnızca faşizme karşı direnç hattı kurmakla kalmamalı; halkın kendi iktidarını kurma yolundaki her adımın da öncüsü olmalıdır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.