
Otoriterleşen Rejimlere Bakış
21. yüzyılın ilk çeyreğinde ABD, küresel hegemonya krizine yapısal bir yanıt olarak liberal ekonomi politikalarından uzaklaşma eğilimi göstermektedir. Trump yönetiminin Avrupa’daki faşist hareketlere verdiği açık destek, bu yönelimin belirgin bir örneğidir. 20. yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun çöküşüne benzer şekilde sarsılan ABD, kapitalizmin temel krizleri ile emperyalist yayılmacılık arasındaki çelişkilerin derinleşmesi nedeniyle, daha da zorlanmaktadır. Bu süreçte, faşist bir blok inşa ederek krizlerini aşmayı hedeflediği düşünülebilir. Bu bağlamda, yeni dönemin el kitabı niteliğindeki Project 2025 ve onun uluslararası duruma uyarlanmış versiyonu olan Şubat 2025 Münih Zirvesi’ndeki ABD tezlerine, gelecekte dönülüp bakılarak bir şeylere refere edilecek “yeni düzenin” belgeler arasında yer alacaktır.
Bundan böyle Washington, giderek daha baskıcı ve militarist politikalar izleyerek küresel egemenliğini sürdürmeye çalışacaktır. Ukrayna savaşı, Orta Doğu’daki istikrarsızlıklar ve Asya-Pasifik’teki gerilimler, ABD’nin uluslararası sistemdeki liderliğini koruma çabalarının derinleşen krizlerle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. ABD’nin askeri müdahaleleri ve ekonomik yaptırımları, dünya çapında bölgesel çatışmaların ve istikrarsızlıkların artmasına neden olurken, ülke içinde de ekonomik adaletsizlikleri büyüterek toplumsal uçurumları derinleştirmeye devam etmektedir.
Bu kriz ortamında, ABD’nin Avrupa’ya dayattığı ekonomik ve askeri politikalar kıtanın Washington’a bağımlılığını pekiştirirken, Avrupalı işçi sınıfı için ekonomik belirsizliklerle birlikte güvencesizliği de artırmaktadır. Özellikle Ukrayna savaşının tetiklediği enerji krizi ve neoliberal politikaların etkisiyle Avrupa’da işçi sınıfının alım gücü belirgin şekilde düşmüştür. Bu durum, aşırı sağ ve faşist hareketlerin yükselişine elverişli bir zemin oluşturmuştur. Avrupa burjuvazisi, sosyal devlet politikalarının tasfiyesini hızlandırarak, milliyetçi ve yabancı düşmanı söylemleri normalleştirerek işçi sınıfının birlik ve dayanışma ruhunu zayıflatmayı amaçlayan her şeye oynamaktadır. Avrupa Birliği’nin güvenlik politikalarına giderek daha fazla bütçe ayırması ve içeride artan otoriterleşme eğilimlerinin, faşist hareketlerin iktidara gelmesine zemin hazırlayarak, burjuvazinin hegemonyasını güçlendirmektedir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı yapısal krizler, yeni teknolojiler ve yapay zekâ gibi gelişmelerin hızla yayılmasıyla daha da derinleşmiştir. Yapay zekâ, sermayenin kontrolünü artırmasına tek taraflı olarak olanak tanırken, aynı zamanda demokrasi, insan hakları ve bireysel özgürlükler açısından ciddi tehditler barındırmaktadır. Şirketler ve devletler tarafından bir baskı aracı olarak kullanılması, emek süreçlerini dönüştürerek kitlesel işsizliği ve prekaryalaşmayı derinleştirmektedir. Ayrıca, insan psikolojisini manipüle etme kapasitesiyle “demokratik” süreçleri aşındırmakta ve otoriter rejimlerin yeni bir kontrol mekanizması haline gelmektedir.
Yapay Genel Zekâ (AGI) konusundaki gelişmeler ve bu alandaki korkular, büyük teknoloji şirketleri ile devletlerin denetimsiz güç kazanmasına yol açmaktadır. Ancak bu süreç, toplumsal etkileri yeterince tartışılmadan ilerlemekte ve kontrolsüz bir şekilde gelişmeye devam etmektedir. Yapay zekânın etik kullanımı ve denetlenmesi konusundaki eksikliklerden faydalanan büyük teknoloji şirketleri, kitleleri izleyerek toplumsal mühendisliği yeni bir boyuta taşımaktadır. Sermayenin kontrolündeki devlet mekanizmaları, bireylerin günlük yaşamlarını giderek daha fazla denetim altına almakta ve bu denetim yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik kararların yönlendirilmesinde de kullanılmaktadır. Algoritmaların manipülasyon gücü, kamuoyu oluşturma süreçlerini etkileyerek sermaye lehine politik kararların meşruiyetini artırmaktadır. Bu durum, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda siyasi temsiliyeti de aşındırarak demokratik hakların yok sayılmasına neden olmaktadır.
ABD ve Avrupa’daki ekonomik krizler, göçmen karşıtı politikaların ve faşist hareketlerin yükselmesini hızlandırmıştır. Almanya’da AfD’nin ve Fransa’da Le Pen’in siyasi etkisinin artması, Avrupa burjuvazisinin krizleri faşist hareketler aracılığıyla kontrol etme çabalarının bir sonucudur. Özellikle Almanya’da AfD’nin sendika üyeleri ve işçiler arasında büyük destek bulması, geleneksel sol hareketlerin işçi sınıfına yeterince hitap edemediğini ve yeni bir siyasi alternatifin yükselmesine olanak sağladığını göstermektedir. Fransa’da göçmen karşıtı yasaların sıkılaştırılması ve İtalya’da faşist kökenli hükümetin neoliberal politikalarla bütünleşmesi, bu eğilimin yalnızca yerel değil, küresel bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır. AfD’nin son seçimlerde oy oranını artırması, Avrupa’da göçmen karşıtı politikaların yükselişinin ve kıtanın bundan böyle karşılaşacağı zorlukların habercisidir. Göçmenlerin kriminalize edilmesi, sınırların militarizasyonu ve otoriterleşme eğilimleri, yalnızca göçmenleri değil, yerli emekçileri de hedef alarak tüm işçi sınıfının haklarını tehdit etmektedir.
Buna karşılık, işçi sınıfı ve göçmenlerin ortak örgütlenmesi, dayanışma ağlarının güçlendirilmesi ve enternasyonal bir mücadele hattının inşa edilmesi, bu yükselişe karşı en etkili yanıt olacaktır. Sendikaların ve sol hareketlerin göçmen karşıtı söylemlere karşı aktif bir tutum alması, sosyal devletin tasfiyesine karşı kolektif mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Faşizme karşı mücadele, yalnızca ahlaki bir sorumluluk değil, işçi sınıfının geleceğini koruma mücadelesidir. AfD ve benzeri hareketlerin yükselişine karşı, Avrupa'daki ilerici güçlerin birleşik ve kararlı bir direniş hattı oluşturması zorunludur. Bu süreçte, demokratik hakların genişletilmesi, sosyal hakların korunması ve göçmenlerle dayanışmanın güçlendirilmesi, faşizme karşı etkili bir savunma hattı inşa edilmesini sağlayacaktır.
Ancak Avrupa’da işçi sınıfının bu sürece tepkisiz kaldığı söylenemez. Fransa’da Darmanin yasasına karşı kitlesel protestolar ve Almanya'da AfD’ye karşı gerçekleşen büyük gösteriler, faşizme karşı toplumsal bir direnişin varlığını göstermektedir. Bu mücadelelerin başarılı olabilmesi için, faşizme karşı mücadelenin yalnızca bir etik sorunsal olarak değil, aynı zamanda kapitalizme karşı bir sınıf savaşımı olarak ele alınması gerekmektedir. Burjuva demokrasisi sınırları içinde sıkışan bir anti-faşist mücadele, sistemin yeniden üretilmesine hizmet edebilir. Bu nedenle, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi ve yerli-göçmen emekçilerin ortak örgütlenmesi, faşizme karşı gerçek bir panzehir oluşturacaktır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.