Panik ve Umut
Panik ve Umut
21. Yüzyılda Politik Mücadelenin Programı
New York sokaklarında on binlerce kişi “Kral istemiyoruz!” sloganıyla yürüdüğünde, şehirde yalnızca bir protesto yapılmıyordu. Bir eşik aşılmıştı. Kitleler, uzun süredir başkalarının onlar adına verdiği kararlara razı gelmeyerek kendi seslerini geri almaya başlamıştı. Bu yürüyüş, yalnızca Amerika’da değil, tüm dünyada yükselen yeni mücadele biçimlerinin habercisi oldu. Ardından Zohran Mamdani’nin belediye başkanlığını kazanması, kitlelerin kendi kaderini yeniden eline alma iradesinin somut biçimi hâline geldi.
Bu sonuç, finans aristokrasisi için bir panik anıydı: Zenginlerden ek vergi almak, kira fiyatlarını dondurmak, toplu taşımayı ücretsiz hâle getirmek, çocuk bakımını kamusal bir hizmet olarak sunmak… Tüm bunlar, doğrudan kâr düzenine müdahale anlamına geliyordu. Aynı anda yüz binlerce emekçi için bu, büyük bir umut patlamasıydı: “Biz kazandığımızda hayat değişiyor.” Mamdani yalnızca bir seçim kazanmadı; New York halkı, “Kral istemiyoruz!” diyerek, otoriter yapının karşısında yeni bir toplumsal tahayyülün kapısını araladı. Trump’ın buna karşı sertleşme ihtimali elbette yükseliyor; ancak bu sonuç, faşizan yapılanmaya şimdilik güçlü bir ket vurulmuş olduğunun da göstergesidir.
Bu tablo, 21. yüzyılın politik mücadelesinde öne çıkan iki temel duyguyu yeniden gündeme getiriyor: panik ve umut. Panik, egemen sınıfların korkusudur; umut ise örgütlü kitlelerin maddi gücüdür. Bugün dünyanın birçok yerinde—kentlerin mahallelerinde, işyerlerinin üretim hatlarında, kampüslerde ve ulaşım ağlarında—esmekte olan mücadele rüzgârı bu ikiliğin içinden yükseliyor. Bu yalnızca bir duygu çatışması değil, tarihsel bir karşılaşmadır.
Türkiye’de de benzer bir tarihsel eşik yaşanıyor. İstanbul, İzmir gibi büyükşehirlerde halkın iradesiyle seçilmiş belediyelere kayyum atanması, egemenlerin panik anını simgeliyor. Ancak bu müdahaleler yalnızca korkuyu artırmadı; aynı zamanda gençlik ve geniş emekçi kitlelerde güçlü bir moral üstünlük yarattı. Kayyumlara karşı gelişen toplumsal direniş, küçük ölçekli işyeri grevleri, öğrenci hareketleri ve kadın mücadeleleriyle birleşerek belediyelerin kaynaklarını halk yararına kullanma talebini somut bir mücadeleye dönüştürdü. Bu direniş yalnızca bir tepki değil; umut ve örgütlü güç arasındaki bağın güncel ve etkili örneğidir.
Kriz
Kriz yalnızca ekonomik göstergelerden ibaret değildir; aynı zamanda bir hegemonya krizidir. Sistem artık geniş kitlelere geleceğe dair inandırıcı sözler veremez. Bu nedenle egemenler panik içinde yönetmeye başlar; toplumsal düzeni koruma refleksiyle polis ve yargı aracılığıyla baskıcı yasalar çıkarır, göçmenlere ve farklı etnik gruplara karşı düşmanlık politikaları geliştirir, milliyetçilik ve kutuplaştırıcı söylemleri öne çıkarır. Sosyal haklar törpülenir, temel ihtiyaçlar pazara bırakılır ve yoksul kesimler giderek daha savunmasız hâle gelir. Panik, düzenin kendi kırılganlığının en açık göstergesidir; yönetici sınıf bu anlarda en savunmasız hâline gelir ve “kriz yönetimi” adı altında günü kurtaran çözümlere sarılır.
Ama aynı anda başka bir şey olur: kitleler düşünmeye başlar, tartışır ve alternatif yollar arar. Yoksullaşma artık soyut bir kavram değildir; işçinin eline geçen ücret, marketteki fiyatlar ve kira kontratları kadar somut ve günlük bir gerçeklik hâline gelir. İnsanlar önce öfkelenir, sonra bu öfkeyi birbirleriyle paylaşır, ardından talepler üretir. Ancak bu talepler kendiliğinden umut üretmez. Umudu üretir olan, bu taleplerin stratejik ve programlı bir çerçeveye dönüşmesidir. Düzen, dağınık öfke karşısında nispeten güvendedir; örgütlü ve programlı bir umut karşısında ise kırılgandır.
Türkiye’deki işçi ve emekçi sınıfı hareketinin bugün karşı karşıya olduğu temel stratejik soru budur: Dağınık öfkeyi nasıl örgütlü bir umuda dönüştürebiliriz ve bu umudu sürdürülebilir bir mücadeleye çevirebiliriz? İstanbul, Ankara ve İzmir’deki belediye hareketlerinin somut deneyimleri, kitlelerin öfkesinin nasıl programlı bir siyasete dönüştürülebileceği konusunda önemli ipuçları sunuyor. Kayyumlara, işyeri grevlerine, öğrenci ve kadın hareketlerine karşı yürütülen mücadeleler, moral üstünlüğün pekişmesini ve umudun örgütlü bir güce dönüşmesini somut olarak ortaya koyuyor.
Umut
Kitle hareketleri kendi başına ortaya çıkabilir; ancak bu tür hareketler tek başına zafer getirmez. Zafer, programın gücüyle gelir. Güçlü bir program, net talepler ortaya koyar, siyasal bir yön verir ve moral üstünlük sağlar. İşçi sınıfı, “ne istiyoruz?” sorusuna tek ve net bir yanıt üretebildiğinde, mücadele yalnızca sokakta yürütülen protestolarla sınırlı kalmaz; politika alanına taşınır ve iktidar mekanizmaları paniklemeye başlar. Bu süreçte kitleler cesaret kazanır ve kendi güçlerini daha somut bir şekilde görmeye başlar.
Program, işyerinde, mahallede, okulda veya toplu taşımada aynı cümlenin söylenmesini sağlar: “İşçi sınıfının hayatı değiştirilebilir ve bu değişim mümkündür.” Kayyumlara, işyeri grevlerine, öğrenci direnişlerine ve kadın mücadelelerine katılan kitleler, bu cümlenin somut örneğini üretmektedir: Belediye hizmetlerine sahip çıkmak, kamusal alanı ve kaynakları savunmak yalnızca hak talebi değil; aynı zamanda örgütlü umut üretmenin aracıdır. Programın gücü, yazıldığı belgelerde değil, kitlelerle kurduğu bağda ölçülür. Fabrika kapısında, belediye meclisinde, toplu taşıma duraklarında veya grev çadırında konuşulabiliyorsa, gerçekleşme potansiyeline sahiptir.
Eşik
Türkiye’de işçi sınıfı için eşik artık aşılmıştır. Ücretler yalnızca düşük değildir; yaşamı sürdürebilmek neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Çalışmak yoksulluktan kurtarmıyor; aksine birçok aile için borcu ve yoksulluğu derinleştiriyor. Emekçinin birikimi yoktur; yalnızca borç yükü vardır. Bu koşullar üç temel sonucu aynı anda üretir: toplumsal öfke, politik arayış ve somut alternatif talebi.
Ancak düzenin iki kanadı—sağ otoriter blok ve liberal restorasyon blokları—bu arayışın önüne umut yerine korku koymaktadır. Ya “daha kötüsü gelir” tehdidiyle kitleleri sindirmeye çalışır ya da “küçük reformlarla idare edin” diyerek mevcut duruma alıştırmaya çalışır. İşçi sınıfının ihtiyacı alışılmış söylemler değildir; ihtiyaç duyulan, yeni bir program, yeni bir söz ve yeni bir öznedir. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki kayyum direnişleri, küçük ölçekli grevler, öğrenci ve kadın hareketleri, kitlelerin moral üstünlüğünü somutlaştıran örnekler olarak, gençlerde ve emekçilerde siyasi cesaretin gelişmesine yol açıyor.
Program
Politik bir programın Türkiye’deki karşılığı, hayatın her alanına dokunan somut politikaları içerir. Ücret ve yaşam hakkı artık temel bir tartışma konusu olmalıdır; açlık sınırının değil, gerçek yaşam maliyetinin altında ücret ödenmeyecektir. Çalışma saatleri azaltılacak, güvencesiz çalışma yasaklanacak ve sendikal örgütlenme fiilen engellenemeyecektir. Kamusal alanın yeniden kazanılması, sağlık, eğitim, ulaşım ve bakım hizmetlerinin piyasadan çıkarılmasını ve devlet bütçelerinin sosyal haklara yönlendirilmesini gerektirir.
Kentler, yalnızca sermaye birikimi için değil, halkın yaşam alanı olarak düzenlenmelidir. Kira ve konut piyasası serbest piyasa mantığıyla değil, kamusal politikalarla yönetilecek, boş konutlara kamulaştırma da dahil müdahaleler yapılacaktır. Enerji, ulaşım ve doğal kaynaklar kamulaştırılacak; kâr amacıyla işletilen altyapı toplumsal mülkiyete geçecektir. Demokratik işçi denetimi sağlanacak ve ekonomik kararlar teknokratlara değil, emekçilere ait olacaktır. Kayyumlara karşı yürütülen belediye direnişleri, küçük işyeri grevleri, öğrenci ve kadın mücadeleleri, bu maddelerin uygulanabilirliğini ve kitleler üzerindeki moral etkisini somutlaştırmaktadır.
Moral
Moral üstünlük soyut bir duygu değildir; gücü eline aldığını fark eden kitlelerin bilincidir. Bir grev çadırında moral üstünlük, yalnızca “yasal hakkımız var” cümlesiyle değil, “haklarımızı alacağız çünkü üretimi biz durduruyoruz” bilinciyle kurulur. Bir seçim kampanyasında moral üstünlük, anketlerle değil, kapı kapı dolaşan gönüllüler ve aktif katılım ile sağlanır. Kayyum atamalarına karşı yürütülen direnişler, küçük ölçekli grevler, öğrenci ve kadın hareketleri, gençlik ve kitleler arasında moral üstünlüğün somut biçimde inşa edildiği alanlardır; umut, örgütlü mücadele ile birleşerek günlük yaşamın her alanına taşınmaktadır.
Program insanlara yalnızca bugünü değil, yarını da gösterir. Bu nedenle program, yalnızca politik bir araç değil, hayal gücü üretme mekanizmasıdır. Mamdani örneği ve Türkiye’deki belediye direnişleri, küçük grevler, öğrenci ve kadın hareketleri bunu doğrular; örgütlü sınıf hareketi kişisel figürlerden bağımsız olarak umut yaratabilir ve sürdürülebilir bir mücadeleye dönüştürebilir.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.

253526889.webp)
250235831.webp)




251934370.webp)





252534979.webp)





243429794.webp)
241725935.webp)











240907348.webp)





































250010549.webp)































