
“Güler Yüzlü Kapitalizm” Maskesi
Son yıllarda dünya genelinde sağ popülist ve faşist hareketlerin yükselişi dikkat çekici bir biçimde devam ediyor. Avrupa’da, Herbert Kickl liderliğindeki Özgürlük Partisi’nin Avusturya’da hükümet kurma yetkisi alması, kıtada da bir faşist partinin daha iktidara gelmesi, bu eğilimin giderek güçlendiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Kanada’da Justin Trudeau’nun istifası ve Muhafazakâr Parti’nin yükselişi, bu akımın artık küresel bir olguya dönüştüğüne işaret ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşü ise, dünya çapında fiziksel ve siyasi gerçeklikleri yeniden sarsabilecek bir dönemin habercisi olarak değerlendirmek mümkün.
Bunun yanında, Elon Musk’ın 20. yüzyılın karanlık ve yıkıcı ideolojilerini sembolize eden bir selamı gündeme getirmesi dahi, bu yeni dönemin tedirgin edici faşist işaretlerinden biri olarak öne çıkıyor. Tüm bu gelişmeler, ciddi tehditler ve belirsizliklerle dolu bir atmosferin şekillenmekte olduğunu ve toplumsal huzursuzlukların giderek artacağını gösteriyor.
Avrupa Birliği’nde merkez sağ partiler, radikal faşist eğilimlerle iktidara gelerek kazandıkları “meşruiyetle” hegemonik bir yapı oluşturmakta ve etkilerini hayatın farklı alanlarında giderek artırmaktadır. Bu durum, neoliberal politikaların bir ürünü olarak, “güler yüzlü kapitalizm” maskesi altında ekonomik ve sosyal dezenformasyon politikalarının bir yansıması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İşçi sınıfının ekonomik adaletsizlik, göç politikaları ve toplumsal eşitsizliklere yönelik biriken öfkesi, bu dönüşüm sürecinde kritik bir faktör haline gelmektedir. Gelişmeler, yalnızca teorik bir tehdit olmaktan çıkarak fiziksel dünyamız üzerinde ciddi ve somut felaketlere yol açabilecek bir tehlike olarak belirginleşmektedir.
Dünya genelindeki bu gelişmeler, uluslararası sermayenin sanayi ve teknoloji merkezli dönüşümünden bağımsız düşünülemez. 2008 finans krizinin ardından finans sermayesinin küresel hâkimiyeti zayıflarken, sanayi sermayesi ve teknoloji devlerinin güçlenmesi bu dönüşümün temelini oluşturmuştur. Apple, Microsoft, Tesla gibi şirketlerin artan ekonomik ve siyasi etkisi, geleneksel finansal hegemonyayı geride bırakmıştır. Bu yeni sermaye yapılanması, ekonomik eşitsizlikleri derinleştirirken, açlığın daha da acımasız bir şekilde yaşanmasına neden olmakta ve sağ popülist hareketlerin radikal faşist hareketlere dönüşerek yeniden güçlenmesine zemin hazırlamaktadır.
İşçi sınıfının ekonomik çıkarları, sanayi ve teknoloji devlerinin oluşturduğu bu yeni güç yapısının baskısı altında giderek marjinalleşmektedir. Bu süreç, ekonomik adaletsizlikleri artırarak toplumsal öfkeyi körüklemekte ve popülist hareketlerin büyümesini desteklemektedir.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde ve kıtalarında yaşanan dönüşümler sürerken, Türkiye'deki durumun daha derin ve karanlık bir yol izlediği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Ekonomik, sosyal ve politik çalkantılar, küresel eğilimlerin ötesinde, daha özgün ve ağır sorunlarla birleşerek toplumun tüm kesimlerini etkileyen bir kriz tablosu ortaya koyuyor. Türkiye’de siyasal İslam, faşist hareketlerle birleşerek etkili bir araç haline gelmiş ve kültür savaşları üzerinden toplumu yeniden biçimlendirme stratejisini sürdürmektedir. Bu strateji, yalnızca politik değil, aynı zamanda kültürel alanlarda da köklü bir dönüşümü hedeflemektedir.
Bu süreçte, sol ve sosyalist hareketlerin politik ve kültürel etki alanlarını yavaş yavaş yitirerek ortaya çıkan boşluğun, siyasal İslamcı yaklaşımlar tarafından doldurulduğunu gözlemleyebiliyoruz. Solun, genel meseleler üzerine odaklanmayı terk ederek kendi korunaklı politik ve kültürel alanlarında sıkışması, bu durumu besleyen temel nedenlerden biridir. Toplumun geniş kesimlerini etkileyen güncel sorunlara eğilmekten uzaklaşan sol, aynı zamanda bu sorunların çözümüne yönelik devrimci bir perspektif geliştirme görevini de ihmal etmektedir. Toplumsal dönüşümlerin ve gelişmelerin yarattığı sorunların kavranmasında devrimciliğin üstlenebileceği belirleyici rol büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Bu durum, solun hem politik hem de kültürel üretimde etkisizleşmesine yol açarak derin bir toplumsal krizin parçası olmaktadır.
Politik ve kültürel üretimin, toplumsal meselelerle yeniden ilişkilendirilmesi sosyalist hareket icin bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu süreç, toplumun geniş kesimlerinin sorunlarına yönelik somut çözümler geliştirmek ve bu çözümleri etkili bir şekilde ifade etmekle mümkün olacaktır. Solun tarihsel zaaflarından biri, bu tür süreçlere gereken önemi vermemesi ve kendisini yalnızca belirli bir çevrenin entelektüel tartışmalarıyla sınırlamasıdır. Oysa toplumun geniş kesimlerinin yaşadığı sorunları anlamak ve bu sorunlara devrimci bir perspektifle yaklaşmak, solun yeniden güçlenmesinin temel dinamiklerinden birini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye’de sol sosyalist hareketlerin, toplumsal meseleleri sahiplenerek bu sorunlara yönelik ekonomik, politik ve kültürel üretim süreçlerini yeniden ele alıp inşa etmesi gerekmektedir. Bu yaklaşım, yalnızca mevcut politik koşullara karşı bir direnç geliştirmekle kalmayacak, aynı zamanda solun tarihsel misyonunu yeniden kazanmasına da zemin hazırlayacaktır. İşçi sınıfının ekonomik talepleri ile kültürel mücadele arasında güçlü ve organik bir bağ kurulmalı; bu bağ, hem pratik hem de teorik düzeyde derinleştirilerek güçlendirilmelidir. Bu doğrultuda, ekonomik adalet mücadelesi, kültürel dayanışma ve özgürleşme perspektifiyle bir araya getirilerek bütüncül bir strateji oluşturularak gerçeğin devrimci itirazıyla mücadele ederek özgürleşebiliriz.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.