Fındıklar Altında Kardeşlik Bölüm 2: Belirsiz Yolda Çaresizlik
Kızıl güneşin doğmasına az bir zaman kala, sabah ezanının yankıları dar küçelerde dolaşmaya başlamıştı. Ezanın sesine uyanmaya ihtiyaç duymayan sayılı kişilerden biri olan Hevi, her zamanki gibi imamdan önce uyanmıştı. Küçük avluda, Ordu’ya gitmek için hazırlanan eşyaların üstünden gözlerini geçirdi. Gözleri yorgundu, fakat bir kez daha eşyaları kontrol etmeden rahat edemezdi.
Dama doğru yöneldiğinde, Fahrettin’in tabakasından gizlice aldığı tütünü ve kağıdı bir çırpıda sardı. Sigarayı dudaklarına götürdüğü anda, arkasından tanıdık bir ses duyuldu:
“Ben içerken haram oluyor, sen içerken caiz oluyor ha?” diye sordu Fahrettin, alaycı bir tonla.
Hevi, elindeki sigarayı korkuyla yere düşürdü. Arkasına dönüp, soluk soluğa: “Sen miydin Fahrettin? Ödümü kopardın!” dedi.
Fahrettin kısık bir sesle: “Bırakmıştın…” diye hatırlattı.
Hevi alttan almayarak: “Sen de altı ayda bir bırakıp başlıyorsun” dedi gülümseyerek.
Fahrettin cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Bir nefes çektikten sonra sigarayı eşine uzattı. “Sence Ordu’dan kazanacağımız parayla kışı atlatabilir miyiz?” diye sordu düşünceli bir şekilde.
Hevi derin bir nefes aldı: “Çok zor… Çocukların okulu var. Zilan üniversite sınavına hazırlanacak. Dönüşte sadece derslerine odaklanmasını istiyorum.”
Fahrettin, sigaradan bir nefes daha alarak cebinden tabakasını çıkardı ve bir sigara daha sardı. “Sanki ben istemiyormuşum gibi konuşma. Durumu biliyorsun. Bu haliyle liseye kadar göndermek bile zor oluyor.”
Hevi başını sallayarak: “Bir Zilan’ı okutsak, diğerleri de sırayla arkasından gelir” diye ekledi.
Fahrettin derin bir iç çekip eşine amaçsız ve yorgun bir bakış attı. Sigaralarını bitirdikten sonra, avludaki eşyaları yeniden gözden geçirdiler.
Hevi, gözleriyle eşyaları tarayarak sordu: “Her şey tamam mı sence?”
Fahrettin omuzlarını silkerek: “Neredeyse tamam” dedi.
Mutfağa geçerek erzakları kontrol eden Fahrettin, kiler bölümünün arkasındaki kırık duvara doğru eğildi. Eliyle duvarın arkasını yoklayarak, eski bir havluya sarılı tabancasını çıkardı. Tabanca ve mermileri kontrol ettikten sonra dikkatle bir poşete sardı ve salça tenekesinin içine gizledi. Kenardan bir kıkırdama duyunca, başını kaldırıp sesin geldiği yere baktı.
“Çık ordan, gördüm seni. Yanıma gel!” dedi sertçe.
Korkak ve meraklı gözlerle babasına yaklaşan Agit, gözlerini salça tenekesinden alamayarak sordu: “Neden silahını salçanın içine sakladın baba?”
Fahrettin derin bir nefes alarak cevap verdi: “Silah iyi bir şey değil. Silahı salçanın içine attım ki kimse bir daha kullanmasın. Kullansa bile, önce eli yansın.”
Agit, babasının sözlerine şaşırmış bir halde tekrar sordu: “Neden silahı kullanacak kişinin elinin yanmasını istiyorsun?”
Fahrettin, salçanın ağzını sıkıca kapatırken Agit’in başını okşadı. “El yanması, yüreğin yanmasından iyidir. Vicdan azabından daha iyidir” dedi. “Şimdi git, kardeşlerini uyandır.”
Babasının bu sözleri, Agit’in küçük kalbinde derin bir iz bırakmıştı. Hemen kardeşlerinin odasına koşarak, her birinin üzerine atlamaya başladı: “Hücum! Uyanın!” diye bağırarak odayı neşelendirdi.
Dılda’nın uykuya dalmış sert halinden korkarak biraz tereddüt etti, fakat tam ona doğru yaklaşmışken, Dılda birdenbire uyanıp kardeşini yatağa çekti. “Zırto, nedir senden çektiğimiz! Gece uyutmazsın, gündüz uyandırırsın. Sen hiç uyumaz mısın?” diye söylendi yarı uykulu bir halde.
Agit, battaniyeye sarılı kalmış halde bağırarak: “Bırak beni, ana yardım et!” diye annesine seslendi.
Hevi, içeriden seslendi: “Oyalanmayın hadi, kahvaltıyı hazırlayacağız. Öğle ezanından önce yola çıkmamız lazım!”
Yolculuk Başlıyor…
Minibüs, öğle ezanına doğru kapıya yanaşmıştı. Eski ve bakımsız olan bu minibüs, daha yolculuk başlamadan ailenin içinde bir huzursuzluk yaratmıştı. Şoför, ön koltukta suratsız bir şekilde oturuyordu. Yanında ise Kemal, her zamanki gibi uyanık ve gergindi. Araçta beş kişilik bir aile daha vardı. Ailenin genç delikanlısı Cafer arabaya yerleşmeye çalışan Fahrettin ve ailesine yardım etti. Babası Müzbah ise göz ucuyla araçtaki yerinden kalkmadan Fahrettin’e selam verdi. Selamı alan Fahrettin, ilk başta Müzbah’ın ayağa kalkmamasını saygısızlık olarak algılasa da araca binince gözü Müzbah’ın ayağına takıldı. Bir ayağı ters gibiydi. Müzbah topaldı. Cafer’in yanına oturan Fahrettin, Kemal’i süzdü.
Bu sırada Hevi, çocukları araca bindirirken içindeki huzursuzluğu gizlemeye çalıştı. Zilan ise yol boyunca sessizdi. Gözleri pencereden dışarı kayıyordu, aklı hem gelecek günlerdeki zorlu çalışmada hem de üniversite hayallerindeydi. Kardeşleri Agit ve Dılda ise arka koltukta birbirleriyle uğraşarak yolculuğu neşelendirmeye çalışıyordu.
Minibüs, dar yollardan geçerek Ordu’ya doğru ilerlerken aracın içinde hep bir sessizlik vardı. İki ailenin aklında bir yandan fındık toplama sürecinin zorlukları, bir yandan da belirsiz ücret meselesi vardı. Ancak yokluk, onları bu endişeleri unutturup tek bir hedefe odaklanmaya zorlamıştı: Hayatta kalmak.
Minibüsün arka tarafındaki kadınlardan biri Müzbah’ın kızı Zeynep, sessizliği bozdu: “Ücreti hâlâ bilmiyoruz. Devbaş Kemal, sen ne diyorsun bu işe? Ne kadar kazanacağız?”
Ön koltukta, Kemal arkasına yaslandı, gözleri kapalıydı. Sanki bu soruyu duymamak ister gibiydi. Hafifçe doğrulup gergin bir şekilde gülümsedi: “Merak etmeyin, ben sizin hakkınızı yedirtmem!” diyerek konuyu geçiştirdi.
Arka taraftan Hevi, ümitsiz bir ses tonuyla konuştu: “İyi de Kemal, çocuk okutuyoruz, borç harçla geldik. Net bir şey söyle bari, ne kadar kazanacağız?”
Kemal omuzlarını silkti, gözlerini tekrar önüne dikti. “Göreceksiniz işte. Dediğim gibi, hakkınızı yedirtmem” diyerek meseleyi kapatmaya çalıştı.
Minibüs, yol boyunca ilerlerken sohbetin konusu hep aynıydı: Ücret. Ancak Kemal ne kadar ısrar edilirse edilsin, ücretle ilgili kesin bir bilgi vermemekte kararlıydı. İçerideki herkes gibi Hevi ve Fahrettin de bu belirsizlik karşısında rahatsızdı. Zilan, kardeşleriyle ilgilenmeye çalışsa da o da bu durumdan endişeliydi. Ordu’ya varıldığında onları neyin beklediğini kimse bilmiyordu.
Yatsı ezanına doğru Ordu’nun taşra yollarında minibüs, nihayet durmuştu. Mevsimlik işçi aileleri minibüsten teker teker inip sağa sola bakarken, Devbaş Kemal onların önüne geçip, gösterişli bir şekilde kollarını açarak yanyana harabe iki evi işaret etti: “İşte kalacağınız yer burası!” dedi. “Siz böyle bir konforu nerede bulacaksınız? Hem bakın, elektrik var. Her dairede iki priz bile çalışıyor!”
İki aile şaşkınlıkla bakıştı. Yanyana iki ayrı girişi olan harabe, dışarıdan hali perişandı. Çatısı delik, duvarları çatlak, camsız odaları etrafta ağır bir koku vardı. Hevi burnunu tutarak Fahrettin’in koluna hafifçe dokundu. “Koyunların kaldığı yer gibi kokuyor” diye fısıldadı.
Kemal, durumun farkındaydı ama konuşmalarını devam ettiriyordu: “Evin eski olduğunu düşünmeyin. Bakın, içinde elektrik var! Priz çalışıyor elektrik bile var, daha ne olsun? Temizlersiniz, mis gibi olur. Ampül yok ama yarın hallederiz onu da. Hem el fenerleriniz de vardır sizin.”
Fahrettin, bu sözlere sadece başını eğerek cevap verdi. İçinde bir öfke vardı ama bir şey demek istemiyordu. Kemal’in bu sahte övgülerine karşılık, buranın ne kadar kötü olduğunu zaten herkes görüyordu.
Cafer ise iki harabeye bakınıyordu. Fahrettin’e dönerek: “Abe büyük olanda siz kalın isterseniz, daha kalabalıksınız. Diğerine biz geçeriz.” İki harabeye de göz atan Fahrettin, ikisi arasında çok büyük fark olmadığını fark etti. Cafer’in omzuna dokunup: “Olur Cafer sağol” dedi.
Kemal son olarak: “Sabah ezanla bahçede olmanız lazım. İşbaşı erken olur. Haydi, kolay gelsin!” diyerek oradan uzaklaştı. Müzbah topal haliyle Devbaş Kemal’in adımlarını takip etti: “Dur seni yolculayalım Kemal. Allah senden razı olsun bize bu işi buldun.” Kemal birşey demeden sırıtıp araca bindi. Onun araca binip uzaklaşmasıyla Müzbah arkasından sessizce mırıldandı: “İt oğlu it…”
Yol yorgunu olan aileler, kalacakları daireleri temizlemeye koyuldu. Camlardan esen rüzgar içeri dolarken, Hevi’nin içi titredi. Zilan ve Hüseyin hemen ellerine aldıkları bezlerle evi köşe bucak temizlemeye başladılar. Agit ve Dılda ise, ellerine küçük süpürgeler alarak evin tozlarını dışarı çıkarmaya çalıştı. Kapı ve pencere kenarlarına rüzgar girmesin diye yanlarında getirdikleri çadırları kullanarak açıklıkları kapattılar. Cafer ise kardeşleri Zeynep ve Rojbinle evi temizlerken anneleri Berfin ve babaları Müzbah hep oturuyordu. Onların ayakta olmasını en çok Cafer istemiyordu. Babası topal annesi ise hep karın ve bel ağrısından hastaydı. Annesini hastaneye defalarca götürdüler ancak Berfin Türkçe bilmediği için kendini ifade edemiyor, derdini anlatamıyordu. Berfin en sonunda hastane sıralarında beklemekten bıkıp bir şeyh’ten cevşen aldı. Cevşeni takınca ağrılarının azaldığını söylüyordu ama ayakta bile bazen zor duruyordu.
Fahrettin, Kemal’in övdüğü “çalışan iki priz”i kontrol etmek için prizlere yöneldi. Prizlere bakarken endişeliydi ama her iki priz de gerçekten çalışıyordu. “Neyse ki bu doğruymuş” dedi içinden, biraz olsun rahatlayarak.
Gece yarısına doğru, iki evin temizliği büyük ölçüde bitmişti. Herkes yorgundu. Hevi, yanlarında getirdikleri erzaklarla hızlıca bir yemek hazırladı. Berfin ve ailesine dönüp seslendi: “Xwişka min, em nan bixwin (bacım gelin ekmek yiyelim)”. Komşusunun nazik davetine çok sevinen Berfin zar zor kalkıp eşi ve çocukları ile misafirliğe geçti. Hevi’nin sıcak ellerini tutan Berfin: “Xwedê ji te razi be xwişka min (Allah senden razı olsun bacım)” dedi. Yorgunluklarına rağmen iki aile sessizce sofraya oturdular. Sade bir yemeği hızla bitirdiler.
Yemekten sonra Cafer ve ailesi müsade isteyip yan tarafta olan evlerine geçti. Yorganların altına girildiğinde, rüzgarın uğultusu ve tahtalarının gıcırtısı arasında, sessiz bir uykuya daldılar. Sabah erkenden kalkacaklarını biliyorlardı. Zorlu bir iş ve belirsiz bir gelecek onları bekliyordu. Yorgun bedenleri, her türlü endişeyi bir kenara bırakmış, dinlenmeye geçmişti.
Sabahın karanlığı henüz dağılmadan, Hüseyin uyandı. Hava serin ve nemliydi; Ordu’nun yabancı havası ona hiç uymamıştı. Bir sağa bir sola döndü ama uykusu gelmedi. Gözlerini tam açtığında yatağın altının ıslak olduğunu fark etti. İçini bir utanç kapladı. Hem korku hem de utançla yavaşça ablası Dılda’ya yanaşıp, ona seslendi.
“Abla, abla... çok kötü bir şey oldu. Uyan” diye fısıldadı.
Dılda gözlerini yarı aralayarak kardeşinin titreyen sesini duydu. Yavaşça doğrulup Hüseyin’e baktı, hemen durumu anladı. Kardeşini daha fazla korkutmadan sakin bir sesle:
“Tamam kurban olduğum, sakin ol. Ablan burada, gel banyoya gidelim” dedi.
Dılda, bir yandan Hüseyin’in gözyaşlarını silerken, diğer yandan onu banyoya yönlendirdi. Banyo, evin en kötü bölümlerinden biriydi; sıvasız duvarlar, kırık dökük bir lavabo ve paslanmış bir kazan... Musluğu açtığında suyun incecik aktığını fark etti. Bir kovayı musluğun altına yerleştirdi, su dolarken Hüseyin’in ıslak pantolonunu çıkarmaya çalıştı. Ancak Hüseyin utançla geri çekildi.
“Olmaz abla, artık büyüdüm. Erkek adam oldum, ayıptır” dedi.
Bu sözler, Dılda’nın sabrını taşırdı. Eski asabi hali geri döndü ve sertçe çıkıştı:
“Lan sıçtığımız boksun! Daha dün altını değiştiriyordum. Bokun hâlâ tırnaklarımda, ne erkeği?”
Hüseyin, ablasının bu sözlerine karşılık inatla:
“Git o zaman boklu tırnağını kes! Ben erkeğim, erkek!” diye çıkıştı.
Dılda, bu inatçılığa daha fazla dayanamadı ve bir tokat patlattı.
“Erkek bey! Pantolonunu çıkar, yoksa ikincisi de geliyor” diye sertçe uyardı.
Hüseyin, gururunu zedelememek için gözyaşlarını zor tutarak pantolonunu çıkardı. Dılda, kovadaki azıcık suyla kardeşini hızla yıkadı. Soğuk suyun etkisiyle titreyen Hüseyin’in gözlerindeki ifadeyi gören Dılda, pişmanlıkla onu öptü ve şakalaşarak gönlünü aldı. Kardeşinin bacaklarını kurutup getirdiği yedek pantolonu giydirdikten sonra, onu tekrar yatağına götürdü. Hüseyin battaniyesine sarılırken mırıldandı:
“Ne zaman uyanacağız abla?”
“Sen uyu cane, uykunu alamazsan sabah seni sırtıma alırım, sırtımda uyursun.”
Hüseyin ablasına sevgiyle bakarak gözlerini kapatıp tekrar uykuya daldı. Ancak Dılda’nın uykusu kaçmıştı. Hazır uyanmışken kahvaltı hazırlamaya koyulmaya karar verdi. Getirdikleri azıcık erzağı bulmak için el feneriyle etrafı yoklayarak peynir, çörek, zeytin ve yoğurdu çıkardı.
Sabah ezanı okunduğunda, ailenin diğer üyeleri de yavaş yavaş uyandı. Herkes bir araya gelip hızlıca kahvaltı etmeye başladı. Tam o sırada, evin kırık kapısı çalındı. Kapıyı açan Hüseyin, karşısında Devbaş Kemal’i buldu. Kemal, bir şey söylemeden içeri daldı.
“Hadi daha hazır değil misiniz? İşveren birazdan gelecek, ilk bahçe evin arkasında zaten. Hadi bahçeye geçelim, kalanını orada yersiniz” diye sertçe seslendi.
Fahrettin kaşlarını çatarak:
“Merhaba Kemal. Besmele çek, dur biraz. Daha kahvaltı yapıyoruz” dedi.
Ama Kemal oralı bile olmadan tekrar işverenin geleceğinden bahsetti. Aile apar topar kahvaltıyı bitirip bahçeye geçti. Cafer ve ailesi de hazırlanıp indi. Kemal, fındık bahçesini tanıtırken Fahrettin’in sabrı taşmak üzereydi. Sonunda dayanamayıp:
“Ücret meselesini ne zaman konuşacağız, Kemal?” diye sordu.
Kemal, konuyu geçiştirmeye çalışarak:
“Diğer aileler de gelsin abi, işveren burada olunca konuşuruz” dedi.
Cafer, sinirlenerek araya girdi:
“Ücreti öğrenmeden aileme bir fındık bile toplatmam!” dedi hiddetle.
Kemal, genç Cafer’e ters ters bakıp:
“Keyfiniz bilir! Beğenmeyen varsa dönsün. Hemşehrimizsiniz diye ilk sizi düşündük. İstemezseniz yerli işçi bulurum.”
20’lerinin başında olan ama yaşını tam olarak kimsenin bilmediği Cafer, ailesine ve Fahrettin’in ailesine yapılan -yapılacak olan- haksızlığa çok sinirlendi. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. Müzbah ise bir yandan Cafer’e baktı, diğer yandan hasta eşi Berfin ve kızları Zeynep’le Rojbin’e baktı. Müzbah kızlarını sadece ilkokula kadar, Cafer’i ise ortaokula kadar okutabilmişti. Evin yükü daha çok Müzbah topal olduğu için, eşi Berfin ise hasta olduğu için Cafer’in omuzları üstündeydi. O yüzden aile Cafer’i sakinleştirmeye çalıştı. Cafer, bir türlü sakinleşmedi. Ortalığın sakinleşmesi için iki aile fındık ağacı altına geçip oturdular. Fahrettin: “Kızım hele biriniz serin su getirsin, sinirden içimiz yandı.” Zilan soğuk suyu termosla getirdi. Demir bardakla bir bardağa su doldurup babasına uzattı. Fahrettin: “Komşularımıza ver önce kızım.”
Zilan önce Müzbah’a sonra Berfin’e su ikram eti. Daha sonra Cafer’e su ikram etti. Cafer bir saniyeliğine de olsa Zilan’ın gözlerine baktı, hemen sonra gözlerini kaçırdı. Hızlıca suyun yarısını içip yarısını kafasına döktü. Bardağın ucundan tutarak geri uzattı. Zilan sırayla herkese su ikram eti. İşçiler, fındık ağaçlarının altında beklemeye devam ederken, Ordu’nun yerlisi diğer mevsimlik işçi ailesi selam bile vermeden sessizce karşı ağacın altına geçip oturdu. Fındık ağaçları altında bekleyiş sürüyordu.
Devam edecek…
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.