Gotham’ın Delileri Ne Kadar Kahraman?
Her dönemin insanları o dönemin koşullarına bağlı olarak farklı kahraman figürleri yaratmış ve bu figürlerin takipçisi olmuş tarihte. Birkaç örnekle; Braveheart'tan Star Wars'a ve şimdi de bilindik, klasikleşmiş süper kahraman temasına uzanan bir süreç bu. Her dönemin politik ve dolayısıyla bazen de gündelik sorunlarına ithafen kaçışçı bir bakış açısıyla ve bir yandan da yol gösterici olma çabasıyla üretilir bu eserler.
Scorsese tarzı "Bu gerçek sinema değil" eleştiri ve perspektifi doğru veya yanlıştır, o bir yana; bu kurgu evrenlerin kendi içerisinde üretilen suni politikalar üzerinden yaşadığımız gerçek hayat hakkında yaptıkları çıkarımları ve önermeleri incelemek, Marksist olma uğraşındaki biz "Ey Dünyalılar"ın yapması gerekendir kanımca.
Sinemayı bir kitle propaganda aracı olarak düşünmemiz belli açılardan doğrudur. Ama gün geçtikçe bu propagandatif tutum yerini bir denetim mekanizmasına bırakmakta. Lafın daha cafcaflı haliyle, sinema bir budama işlemi görmekte hayatımızda ve fikirlerimizde. Bir kitle denetim aracı olarak sinema; yüzeysel bir anlatımla, verme uğraşında olduğumuz ezilenler mücadelesinin üzerinde keser görevini görmekte, onu sığ bir tekliğe büründürmekte.
Yakın zamanlarda gösterime sunulan iki DC filmi; The Joker ve The Batman bu anlatımıza örnek olsun diye üretilmiş sanki. İkisi de apayrı temelsizlikler üzerine kurulsa dahi ortaklaştıkları bir yer var; kafa karışıklığı.
Toplumsal sorunları bazı bireylerin kararlarına bağlamak kurgusal evrenlerin ve daha özelinde Gotham kurgu şehrinin yıllardan beri olağan halidir. "Orada bazı suç çeteleri vardır, suç oranı çok yüksek olduğu için de şehir yozlaşmıştır" gibi neresinden tutsak elde kalan bir açıklamaya sahip bu şehrin atmosferi. Bunu bir önkabul olarak ele aldığımızda aksiyon dolu maceralar, zeka dolu dedektiflik hikayeleri izledik, okuduk, dinledik yıllar boyu. Kendi evreni içerisinde, istediği kadar benzesin veya benzemesin günümüz hayatına, koyduğu kurallara bağlı kalan bütün ürünler incelenmeye layık birer eserdir. "Sucuğa dönüşmüş bir teyzenin robot kollu asansörlere karşı savaşı" bile kendi içerisinde bir bütün olması şartıyla böyledir. Şimdi ise bizim bu kafası karışık yazarlar, bu Gotham şehri ve hikayesi üzerinden sinemanın denetim mekanizması olma özelliğini perçinliyorlar.
Taxi Driver ve The King of Comedy filmlerinden "apardığı" kadarıyla The Joker, mevcut toplumun gerek ekonomik gerek politik sorunlarını yüzümüze olanca açıklığıyla vuran bir eser. Buraya kadar iyi işlenmiş bir hikaye olma vaadini sürdürse de eser olma özelliğini tam da bu şaheserlerden çektiği kopyayı bırakıp, kendince bir anlatıma başvurduğu zaman kaybediyor. Filmde ne idüğü belirsiz şekilde ortaya çıkan sözde halk ayaklanması vandalizm ve sözün günlük anlamıyla anarşizmle bir tutuluyor. Doğru bir öncülü bu kadar sığ bir sonuca bağlamak ve bunu meşrulaştırmak devrimci bir mücadeleyi itibarsızlaştırmaktan başka bir şey değil. Bütün politik bağlarından koparıp, eleştirimizi tamamen estetik bir açıdan yönlendirsek dahi, o ayaklanmanın ne sebeple var olduğunu açıklaması gerekirdi yazarımızın.
The Batman ise sinemanın bu görevini daha kaba bir yöntemle göz önüne seriyor. Joker, kötü olmaya zorlanan bir karakterin hikayesiydi. İşçiydi, günlük hayatta eziliyordu, psikolojik rahatsızlıklara sahipti. Onun öncülüğünü verdiği mücadele her ne kadar saçmalık olursa olsun, Kapitalist düzenin yarattığı topluma karşıydı, o bunu farkında olmasa bile. Batman ise bu sistemin koruyucu meleği. Burjuva bir ailenin dertli(!) çocuğu Bruce Wayne.
Hayırsever milyarderimiz malikanesinde sabah sporunu yapadursun, biz Gotham şehrinin ara sokaklarına inelim. Bu şehrin karanlık saatlerinde taşları eksik kaldırımların üzerinde "arkan sağlam olmadan" gezmek imkansız. Aklınıza gelebilecek bütün pislikleri gururla sergiliyor Gotham. Bu şehri çeteler, mafyalar yönetiyor; bütün bürokratları ve kolluk kuvvetlerini de satın almışlar. Bazı hikayelerde değişikliğe uğrasa dahi genel Gotham atmosferi budur ve Marksizme temas etmiş herkes için bu, akla ilk gelen kapitalist ülke tasviridir.
Hikayenin geri kalanı; "kurtarıcı melek şehre iniyor ve her yeri pespembe yapıyor!" olarak özetlense yeridir. Sistemde bir sorun yok, insanlar kötü felsefesi bangır bangır bağırılıyor yine, yeniden. Değiniliyor ki kıyıda köşede; "senin ailen ne kadar zengin olursa olsun Bruce, onlar iyilerdi", ve sevgi yumağı... Ama biz biliyoruz ki bu milyarder ve ailesi haybeden zengin olmadı, bugün Gotham'ın bu halde olmasının sebebi, Wayne ailesinin ve temsil ettiği düzenin ta kendisi.
Bu eserin eser olma özelliğini kaybettiği yer ise bir süreç halinde ilerliyor ve tam olarak burada arşa çıkıyor. Hiçbir şekilde değinilmemiş olsa bu sorunun kaynağına, bir politik mesaj verme kaygısı gütmese bu film, önkabullerini varsaydığımız bu hikaye; sinemada birkaç saat keyifli vakit geçirmek isteyen biz seyirciler için hiçbir soruna yol açmayacak. Hastalıklı bir zenginin kurtarıcılık/kahramanlık hikayesi zaten başlı başına bir politik mesajdır. Bunun üstüne kat çıkmaya zorlamak ancak yetenekli kalemlerin elinde hayret verici bir güzelliğe erişebilir. Kafası karışık yazarlarımız ise zamanında onlardan çok daha iyi yazarların ortaya attığı şekilde "sert ve karanlık bir Batman" izletmek istemişler bize. Ağır taşın altında kalmışlar.
Batman'in ve Joker'in (Alan Moore'un yaptığı gibi) sistemin bu hale getirdiği birer deli olarak -ve bundan başka hiçbir şey olmayarak- anlatılmadığı bütün hikayeleri karakterlerin kuruldukları temel gereği bu burjuva denetimciliğini sürdürmek zorunda (elbette Batman veya Joker'in, karakterlerinde normalde var olmayan bir şekilde, Marksist olmadıkları durumda). Her ne kadar realitenin tam göbeğindelermiş gibi gösterseler de kendilerini, safsatadan başka bir şey değiller bu halleriyle. Bu eserleri bir görsel şölen niyetine izlemek elbette makul, eleştirim bu yönde değil. Ama tasvir ettikleri dünya, bu dünyaya bağlı kalarak ürettikleri politika KENDİ İÇERİSİNDE dahi tutarsız -ki biz gerçeğe uyarlayarak bir çözümlemeye gitmeye uğraşıyoruz-.
Bir yandan, gerçek dünyanın çok benzer bir kurgusunu ortaya çıkarmış bazı eserler, bu işi layıkıyla yaptılar verdiğimiz örnektekilerin aksine. The Killing Joke adlı Batman hikayesinde Alan Moore geceleri yarasa kostümüyle ve binbir çeşit alet edevat ile çatılardan çatılara atlayan birinin; Joker adlı geçmişi dahi belli olmayan, olsa da umursamayacağımız, yaşamasının tek amacı kendince komik oyunlar oynamak olan birisiyle ortak noktalarının ne kadar fazla olabileceğini ve olması gerektiğini gözler önüne sermişti.
Aynı şekilde, Netflix'te, 3 sezon sürmüş Daredevil dizisinde "Hukukun Kör Avukatı'nın" nasıl bir kişilik sorunuyla boğuştuğunu, tanrının kendisini gazabı olarak "kötülerin" üzerine sürdüğünü düşündüğünü izledik. Onun antagonisti "Ayaklı Kapitalizm" Wilson Fisk ise şunun farkındaydı ki; aralarındaki tek fark kötü bir gündü.
"Kötü bir gün" vurgusu bu tarz eserlerde sıklıkla yapılır. Şu sıralar ele ayağa düşmüş bir anlatım tarzı olsa dahi bu, eskinin iyi yazarları tarafından öne sürüldüğünde mantık çerçevesi içinde ve başarılı bir anlatıyla işlendi. Şeytan veya yarasa kostümü içinde, suçlu gördüğü herkesi pataklayan birkaç kişinin, ve hele ki bunlardan biri multimilyarder ise, deli olmaktan başka olanaklarının olmadığı apaçıktı. Watchmen ve The Boys gibi eserler ise (çizgiromanlarından bahsediyorum) aslında bu "kahraman" hikayelerine birer antitez olarak ele alınmalı. Bir kurtarıcı hikayesi yazıp buna politik soslar katmak ile politik bir hikaye yazıp buna süper kahraman sosları katmak iki farklı incelemeye tabi tutulmalı.
Ele aldığımız, üzerinden örnekler verdiğimiz bu eserlerin hepsi Bilim-Kurgu kategorisi içerisinde yer alırlar. Fantezi-kurgu türüyle aralarında çok net çizgiler olmasa dahi, kendilerini ve ayakta durdukları temelleri açıklamak için bilimsel örnekler verme uğraşında olanlar olarak ele alabiliriz Bilim Kurgu eserleri. Daha Fantezi-Kurgu türü eserlerde ontolojik olarak "bu sorunun kökenine inelim" ya da "var olan günlük bir durumu çarpıtalım" gibi bir yönelim söz konusu olamayacağı için (çünkü o evrenlerin kuralları o evrene özgüdür, yaşadığımız gerçeklikle bağdaştırmaya çalışılmaz), eleştirilerimizi kendini günlük hayatın içine daha da konumlandırmaya çalışan eserler üzerinden yapmak daha tutarlı olacak.
One More Day hikayesinde görmüştük ki Peter Parker namıdiğer "Mahallenizin Dostu Örümcek Adam", yaşadığı kötü bir gün sonrasında "büyük güç büyük sorumluluk getirir" ilkesini çiğneyip atmış, önüne geleni dövmüştü. Bildiğimiz en sempatik karakteri bile bu hale getirebilecek bir toplumun anlatısıydı bu. Hiçbir şekilde bilinçli bir şekilde anti-kapitalist bir eser değildi ve olma uğraşında da değildi ancak var olduğu evrende süregelen sorunları kendi içerisinde barındırdığı kadarıyla politikti ve şiddetle eleştirdiğim The Batman ve The Joker filmlerindeki gibi ayrıyeten bir mesaj verme kaygısında değildi. Gündelik bir hikayeyi anlatıyordu ve bu Marvel evreni içerisindeydi. Gündelik bir hikayeyi çarpıtmadan anlatması, o eseri kendi içerisinde tutarlı olmaya ve hatta yaşadığımız gerçeklikle bağlantılı olma uğraşında olan bir eser ise anti-kapitalist olmaya iter.
Bilim-Kurgu olmasa dahi bir kahraman hikayesi olan, yine anti-kapitalist bir mücadele vermeyen Tyler Durden karakterini, Fight Club filmini de BİR AÇIDAN bu çerçevede değerlendirebiliriz. En uç noktası dahi olsa gündelik bir hikayeyi anlatıyordu o, kendi evreni içerisinde tutarlıydı. "Uzaylı da olsa insan insandır" bayatlığına kaçmadan bir hikaye sundu.
Başka bir açıdan ise Fight Club'ü; Watchmen ve The Boys gibi eserlerle aynı perspektiften inceleyebiliriz. Bu iki gruplandırma da bazı açılardan iç içe geçtiği için Fight Club'ü hangisinin içerisinde daha çok ele almamız gerektiği tartışılır ancak Fight Club için politik bir durumu "herhangi bir şey" sosuyla süsleme çabasının daha da ağır bastığı söylenebilir. Bu tarz eserler kurgusunu vermek istediği mesaja göre yapılandırır. Temeli o mesajdır. Ekstradan buladığı her sos uyumlu ve yeteri olduğu kadarıyla lezzetli gelir bizlere.
The Joker ve The Batman filmlerimizin senaristleri, yazarları, yapımcıları bu ayrımları düşünememiş olacak. Kötü niyetli olduklarından değil, ufukları açılmadığından heba etmişler ayıla bayıla izlediğimiz, takip ettiğimiz eserleri. Bu da; sinema, bir propaganda aracından denetim mekanizmasına dönüşme yoluna girmişken düzen destekleyicilerinin benimsediği en makul metot. Marksist literatürden daha fazla terim kullanmak icap ederse; kafa ve kol emeğinin iyice ayrıştığı günlerde sığınmak için başvurduğumuz bu tinsel dünyalar, günümüz dünyasında her alanda olduğu gibi burada da burjuvazinin kontrolü altında.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.