Hayata Boyuna Beyaz Atlı Prens Muamelesi Yapmak
Bir hayatın eğri büğrü, dikenli yolunda söylene söylene yürüyoruz. "Her doğan günün bir dert olduğunu [1]" yaş otuz beş olmadan da anlıyor, taşlı, bozuk yollarda muntazam yürümeyi dilemekle beraber istediğimiz olmadığında da ağzımızdan küfrü ve kıyameti eksik etmiyoruz. Nedir ki bu denli şikâyet, hem de bu denli lafız, hem de sadece kendimizin duyacağı bir sesle. Dedim ya, söylene söylene, kendi kendimize... Çünkü bir bekleme hâlindeyiz; kahraman, Mesih, atıyla bir prens, peygamber, kurtarıcı... Beklenenin gelmeme ihtimali yaşamla bağımızı koparacak kadar tüyler ürpertici...
Sonunda avcının gelip kurtardığı kırmızı başlıklı kız ile büyüdük. Her seferinde, her dinleyişimizde, her yeniden anlatımda sonunda çok emindik kırmızı başlıklı kızın avcı tarafından kurtarılacağından. İmkânı yoktu olumsuz bitmesinin tüm o anlatıların, beklenen kurtarıcı gelecekti. Karşısına bir deniz de çıksa Musa'nın, balığın karnında da olsa Yunus; Tanrı, mucize yoluyla gelecekti kurtarmaya onları. Aksi mümkün müydü? Yahut bir evde tıkılmış kalmış, okuyamamış, ezilmiş ve erkeğe hizmet etmek rolüyle büyümüş, bundan otuz sene önceki kadın da kurtulacaktı, o aileden bir beyaz atlı prensin onu kurtarması ile. Kül Kedisi'nde Sindirella'ya da öyle olmuştu ya... Bir tiyatro oyununda yahut bir filmde, ne kadar karışırsa karışsın tüm olaylar, ne kadar düğüm üstüne düğüm atılsa da olaylara, nihai durumda tüm o karmaşalar son bulacaktı. O aranan anahtar bulunacak, o şifre çözülecekti. Başkahramanın kahraman oluşu fuzuli olamazdı ya.
Sonra insanın hayata, kendine, eşyaya bakış açısı değişti. Kırmızı Başlıklı Kız'a masal dendi. Musa bir sihirbaz, Yunus'un hikâyesi bir efsane oldu. Tanrı uzak memleketlerin inancı, mucize ise çok eski zamanlarda kaldı. Kadın, hür bir şekilde, kendi ayakları üzerinde istediği bir hayatı yaşamak için başka yollar aradı, mücadeleler içine girdi, okudu, çalıştı. Tiyatro ve filmler sonunu defaatle izlesek de anlayamadığımız şekilde post-modern oldu ve o klasik sonlar yavan ve basit anlatılar olarak kaldı.
Şaşırdığım, anlayamadığım, anlamak için zamanların çoğunu harcadığım da buydu, hem kendi şahsiyetimde de öyleydi:
"Yekpâre bir ruhun taksim taksim ettiğimiz hayatın bir yerlerine hiç sirayet etmemesi..."
İnsanla değişen zamanın sonunda hususi bir neticeye, ferdin kendi yaşamını kendi dışında hiçbir kuvvetin değiştiremeyeceği gerçeğine ulaştık. Sonunda hiç kimse doğaüstü kuvvetlerden yahut annesinden, ailesinden, öğretmeninden ya da en yakınlarından veya bir anda ortaya çıkacak kendi kahramanından bir şey beklemez oldu. Bütün kapalı kapıların ve umudun anahtarı, emeğin ve çalışmanın meyvesi oldu. Yaradan’ın yarattığını unuttuğu bir dağ başında doğan bir çocuk da hayatta mühim şeyler başarma noktasına geldi. Yahut yoksul bir ailenin “Dirmit’i”[2] de kendinden başka hiç kimsenin onu kurtaramayacağını anlayarak çalıştı, çabaladı, durdu. Fakat değişen insan ruhunun sirayeti hayatın her noktasına eşit olmadı, bazı cihetlere hiç dokunmadı.
Anlamadığım nokta burada başlıyor. Ferdi saadeti ve huzuru için boyuna çalışan, emeklerin çoğunu hayatını daha iyi bir noktaya getirmek için veren ve ancak kendi gayreti ile bunun olacağını fark eden insan nasıl olur da toplumsal yaşayıştaki düzen ve adaletin, huzur ve saadetin teminini hayatın kendisine, ona boyuna beyaz atlı prens muamelesi yaparak bırakır? Hayatını daha ileriye götürmek için hayal ve hedeflerle gayret gösteren insan, toplumsal hayatın ilerleyişini nasıl olur da tesadüflere bırakır?
Hayatı kendi içinde taksim taksim ettiğimiz bir realite olmakla beraber kısımlar arasında her geçişte farklı bir yüz kullanmaya meyletmeye, insanın behemehal birkaç yüzünün olması gerektiği hususuna razı değilim. Ailemize, amirimize, dostumuza ya da sevgilimize farklı suretlerde görünmeye çalışsak, hayat treninin her vagonunda farklı bir maske kullanmak istesek bile hayata bakan gözlerimiz, onu görme zaviyemiz değişebilir mi? Ruh, bir bütün iken; düşüncenin doğduğu mekanizma aynı iken farklı zaman ve mekânlarda farklı insan olabilmek imkân dahilinde olabilir mi? Hâl böyleyken hayatın kendimize bakan tarafında bu denli gayretkeş ve hırslı olup diğer yönlerinde, bilhassa topluma bakan yönünde suskun ve tembel olmak insanın kendi yüreğini rahatsız eden bir çelişki değil midir? Elbette insanın hayatta kendisini öncelemesi, sağlığına, mutluluğuna, duygu ve düşüncelerine önem vermesi kabul ettiğim ve doğru bulduğum bir meseledir. Çünkü kendi akıl ve ruh sağlığını temin edememiş, kendi içsel mutluluk ve huzurunu sağlayamamış, manevi olarak güçlü olmayı başaramamış biri diğer insanların hayatını daha iyi bir noktaya getirme konusunda bir yerlerde eksik kalacaktır. Kendini bütünüyle yok ederek yeni bir hayat inşa etmek, eski inanışlarda, geçmişin tekke ve dergâhlarında kalmış bir düşünceydi.
“Öyle bir tüketmek ki sonucu yepyeni bir ‘ben’e ulaştırdı beni.” [3]
Böyle bir şey mümkün mü “Ömür Hanım”?
“İşin yürek kakan tarafı, yani benim yüreğimi kakan tarafı”[4] insanın içindeki bu hayatla mücadele tarafının salt kendi çıkarları doğrultusunda kalmasıdır. Dünyadaki bütün insanların refahı için koskoca bir mücadelenin bir ucundan tutmak yerine, kendi hayatını bu dünyanın dışına çıkarmaya çalışmasıdır. Toplumsal hayatın eğri büğrü, dikenli, taşlı bozuk yollarının düzelmesini önce Allah’a sonra da beyaz atlı prenslere emanet etmesidir.
NOTLAR:
1- Otuz Beş Yaş- Cahit Sıtkı Tarancı
2- Sevgili Arsız Ölüm- Latife Tekin
3- Ömür Hanımla Güz Konuşmaları- Şükrü Erbaş
4- Ferhangi Şeyler- Ferhan Şensoy
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.