Bir Kez Daha: Birkaç Elma Değil Sepet Çürük!
Ülkede demokrasi yok, ifade özgürlüğü yok, hukuk kuralları hiçe sayılıyor, kamunun yani hepimizin varlıkları göstere göstere çalınıyor, bunları eleştirenler hapse tıkılıyor, kadın cinayetleri günde biri geçti, hayvanların katledilmesi için yasamız dahi var, … derken yeni bir gerçeklikle yüzleştik toplum olarak: Burası aynı zamanda çocukların tecavüz edildiği, öldürüldüğü, parçalandığı bir ülke… Bir gün, birden, her gün yağan onca acılı haberin üzerine, İstanbul’da pek çok özel hastanede sadece SGK’dan para alabilmek için bebeklerin yoğun bakım servisine yatırıldığı, gerekli tedavilerin verilmemesi sonucunda öldüklerini okuduk geçen hafta. Bu kadarını hayal bile edemezdik derken, bebeklerin ölüsünü “para vermezseniz kimsesizler mezarlığına gömeriz” diyerek satmaya kalkıştıkları haberi yayımlandı.
“Artık kıyamet kopsun” dedik, "Söz bitti” dedik, “Böyle alçaklar insan olamaz” dedik.
“Toplum olarak çürüdük” dedik bir de.
Çürümek…
Biraz olsun gelişen, olgunlaşan şeyler çürür.
İnsanların ahlaki gelişimini hangi etmenler sağlar, engeller, geriletir, yozlaştırır ya da öyle diyeceksek: çürütür? Hemen her toplumsal olgu için geçerli olduğu gibi, o etmenler de iki türdür ve olgular o etmenlerin bileşkeleriyle ortaya çıkar denebilir: Bireysel/biyolojik özellikler ile içinde bulunduğumuz çevresel koşullar. Hepimiz günümüzün ürünü olduğumuza göre... Aklıma gelenler kültür (aile, din, gelenekler, ortak inançlar vd), eğitim düzeyi ve niteliği, egemen ideoloji, özel ve genel ekonomik koşullar, hukuk kurallarının niteliği ve pratiği, toplumsal adalet duygusunun yerleşikliği, toplum olma haline güven; çevresel koşulları düşününce.
Peki insanların kendi ahlaki değerleri şu şu iken onları eyleme geçirmelerini neler etkiler? Her değerlerini eyleme geçiremediklerine göre?
Herhalde yine aynı etmenleri sayacağız. Bunların bilinçli ve bilinçsiz etkilerini.
Sahip olduğum değerlerle eylemlerimin her zaman örtüşmemesi neden? Biri, benzer görünen her olayın kendi özgün koşulları içinde farklı eylemleri hak etmesi olabilir (Olaydan bağımsız olarak her olaya katı ahlak kurallarının kılıcıyla yaklaşmak yerine, zaman içinde geliştirilen bir tür bilgelikle özgün koşulları süzüp karar noktasını bulmak). Bir diğeri, alışkanlıklarımızla hareket ediyor olmak herhalde; hiçbirimiz her olay karşısında düşüne taşına doğru eylemi bulmaya çalışmıyoruz sürekli olarak; benzer olaylarda tavrımız ne idiyse öyle davranabiliyoruz (bu bir yandan benzer hataları sürdürmeye yola açabilir, diğer yandansa çok pratiktir). Bunların yanında, belki en yaygın neden, ayıp-günah-yasak karşısında sahip olduğumuz kaygılar, korkular ve çekinceler. Başka deyişle, ben’i ‘tutan’ dışsal öğeler: Tüm o ‘yapma!’, ‘etme!’ kurallarında sayılanları neden yapmamak gerektiğine ikna değilim (İkna olsak zaten kurallara gerek olmazdı); fakat yaparsam da yaptırımlar var. En azından ürkütücü görünüyorlar; dikkat etmem lazım. Bu durumda değerlerimi arzuladığım gibi yaşama geçiremem. Fakat bu ikna olmama hali, yaptırımların yıldırıcılığını sürekli sorgulatır gözümde: Acaba etrafından dolanabilir miyim? Acaba bir açığı bulunabilir mi? Hatta, yeterince şanslıysam, hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir yerde yaşıyorumdur. Büyük çoğunluk “Herkes öyle yapıyor”, “Ben yapmasam başkası yapıyor”, “Yapmamak enayilik olur” türü söylemleri sorgulamayı çoktan bırakmış, hak bilinen şeyi elde etmenin başka yolu olmadığını kabullenmiştir. Eh, benim de şuna hakkım olduğuna göre.. diye başlayarak o kuralları nasıl aşarım’ın peşine düşerim; bilenlerine sorarak, bakarak.
Peki bu anlayıştaki kimselerin topluma zarar vermeleri nasıl engellenebilir?
Kısa yoldan: Kurulu düzen toplum yararını önceliyor, bunu kolluyor ve toplumun büyük çoğunluğu da buna ikna ise…
Bu yazdıklarım bilinmedik şeyler değil elbet. Tüm bunları; kişilerin ahlaki değerlerindeki farklılığı sadece kişilere bağlayanlara, sorunun “çeteler” ya da “çürük elmalar” olduğu söylemine kafa sallayanlara, onca birikime, onca “muhalif”liğe rağmen -herhalde yaşananların vahametiyle- bu kadar sığ bir analize ya da söyleme kapılanlara itiraz etmek için, aymazlığın büyüklüğünden cesaret alarak yazmaya kalkıştım. O cesaretle de devam ediyorum:
Sorun “çeteler” ya da “sepetteki çürük elmalar” değil; politikacıların toplumu kandırmaya çalıştıkları gibi.
Evet; açık arayan, kişisel çıkarı için elinden geleni ardına koymayan her yerde, her sistemde olabilir.
Ancak sorunun asıl kaynağı, o elmaları çürüten sepet!
Sağlığı ticarileştirme politikaları, adıyla sanıyla “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, yani Türkçesiyle sağlık hizmetlerinin satılması, bir ticaret nesnesine dönüştürülmesi asıl sorun.
Başka deyişle, asıl sorun; sistemin açıklarından yararlanıp toplumu soyanlar değil, sistemin bizzat kendisinin birilerinin çıkarları için toplumun soyulması üzerine kurulması.
Toplum, devletin varlık gerekçelerini oluşturan tüm alanlarda olduğu gibi sağlıkta da her gün, her dakika ve yıllardır soyuluyor!
Yandaş hastane, yandaş sermayedar, rüşvet ağları vs olmasa da bu böyle; işin bu yanı bizim ülkemizin üstüne kattığı tuz biber. Örneğin şimdilerde diyaliz çetelerinden söz ediliyor. Ya da işin denetim boyutunda telefon kayıtlarına göre denetçiler ölen bebeklerin dosyasını birlikte kapamışlar, yandaş hastanelere denetime bile gidilmemiş vs. Anımsatmak istediğim tam bu nokta: Bu tuz biber olmasaydı da soyuluyor olacaktık! Dünya Bankası projesi (olduğu internet sayfasında* da görülüyor) Sağlıkta Dönüşüm Programı denilen özelleştirme politikaları tam da bu nedenle uygulanıyor! Üstelik bu yeni birşey değil: 24 Şubat kararlarıyla ve sonrasında 82 Anayasası’nda yapılan değişiklikle yolu açılan, bizim gibi ülkelere dayatılan sömürgeci politikalardan biri bu!
(Bu bildik cümlelerin sonuna hala ünlem işareti koymak zorunda hissetmemi sorguladım bunları yazdıktan sonra. Evet gerekiyor! Tamam; genç kuşak bilmiyor, okumuyor, okumaktan beş saniyede sıkılıyor, okuduğunu anlamıyor. Yaratılan bu “Ne gerek var?” kuşağı elindeki ekrandan içine akan büyüyle bütün gün ve gece sarhoşluk içinde. Ama onlara değil sözüm. Devletin ve şirketlerin ideolojik aygıtlarıyla onlardan özenle kaçırılan bir yakın tarih, derya içre balıkların deryayı bilmelerini engelliyor (elbet genelliyorum). Ama ya 20. yüzyılda doğup aklı erenler? Hala birbirimize temel sorunu anlatmak ya da anımsatmak zorunda olmamız ne kötü? Meselenin şu partinin iktidara gelip gelmemesi olmadığını, sadece gericilikle baş etmek olmadığını (onu da gericiliğin görünümleriyle ve sopayla yapmaya kalkışarak!), paranın hükümranlığına, eşkıyalığına itiraz etmedikçe böyle sayıklayıp duracağımızı neden hala bu memlekette aynı şeyleri yaşadığımız insanlara dahi anlatmamız / anımsatmamız gerekiyor? Sahi, bizi insanlıktan çıkaranın üzüm gibi suyumuzu çıkaranla aynı şey olduğu sadece hoş bir şiir dizesi mi? Tüm bunlar bağlantılı başka bir düşünmenin konusu.)
Elbet elimde terazi yok, doğruda durmanın referansı da değilim. Sadece olgusal bir gerçekliğe dikkat çekiyorum: Meseleyi yandaşlıkla, çeteyle, “münferit alçaklar” diyerek analiz etmek mümkün değil; günlük kolaycılıkla söylendiği gibi. İktidara olan öfke zihinleri bu kadar bulandırmamalı.
Hepimizi soymak için düzen kurup bebeklerin ölüsünü satan insanlara karşı elbet aynı duygulara sahibiz.
Ama hepimizi soymak için düzen kurup sağlığı ticarileştirenlere, “çete”, “çürük elma” diyerek toplumu kandırmaya çalışanlara daha büyük öfke duyabilmeliyiz. Bu da bilincimizi yitirmemekle olur, deyim yerinseyse…
Bu istenmeyen bir yan etki değil! Bu bir komplikasyon değil! Bu bir malpraktis! Daha doğru deyişiyle hizmet kaynaklı zarar! Bir kişi aldığı sağlık hizmetinden zarar görürse kök analizi yapılması gerekir, hangi hatalar nasıl zarara yol açtı diye anlamak ve tekrarını önlemek için. Bu “zarar”da açıkça görülüyor: Kök neden, sistemin ta kendisi!
Bir gün bir ‘kaza’ oldu ve alttan akan lağım toplumca da görüldü sadece; olan bu.
Ama gözden kaçırmayalım: O lağım, kamu kaynaklarının soyulması için kurulan ağın içinde akıyor!
Yandaşlarca değil, asıl olarak şirketlerce soyulması için!
Sorunun kaynağı ne bireysel ne de toplumsal çürüme!
Çürüme sonuç, politikalar neden!
Çürük elma, çete gibi kavramlarla aklımızı bulandırmadan,
Toplumun fazladan soyulmasına tepki duymak ama ‘usulünce’ soyulmasına ses etmemek gibi acınası bir hale düşmeden,
tekrar tekrar söylememiz ve anlatmamız gerekiyor:
Türk Tabipleri Birliği’nin yıllardır söylediği, söylemekten usanmadığı, gereğinde bedelini ödeyip geçtiği gibi:
SAĞLIKTA TİCARİLEŞME ÖLÜM GETİRİR.
*Murat Civaner'in bu yazısı ilk olarak 2 Kasım Cumartesi günü bianet.org'da yayınlanmıştır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.