Şahsım Devlet Olursa - V
Farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı yani toplum olmayı mümkün kılan ilke ve değerlerin yerine Mr. Hyde ve işbirlikçilerinin gözü dönmüş arzularının geçmesi, toplum olma halini bozup, toplumsal yaşamı, her şeyin mümkün olduğu bir karanlık mahzene dönüştürür. Böyle bir toplumda, iktidardaki yasa tanımaz sapkın arzular merkezinde şekillenen toplumsal ilişkiler, yasallık ve meşruiyet sözleşmesinin egemen olduğu toplumlardakinden çok farklıdır. Demokratik toplumlarda gerçekleştirilmesi hayal bile edilemeyecek arzuların aleni olarak doyurulduğu böyle bir düzende egemen olan ruh halini, H. Arendt, Hitler Almanyası örneğinde şöyle tarifler, “Birey, bir zamanlar kınanacakmış gibi görünen eylemlerin birdenbire norm haline geldiği bir kültürü benimsemeye teşvik edilir. Bu kültür içindeki tüm failler, bu normu kabul ettiği için bireysel itiraz tarihe karışır”.
Arendt, her ne kadar, faşist bir rejimde bireysel itirazın tarihe karıştığını söylese de, itiraz edenlerin, direnenlerin, dayatılan sapkın kültürün değerlerine karşı evrensel değerleri savunanların her zaman olduğunu ve onların varlığının, her şeye rağmen dünyayı yaşanılası bir yer kıldığını vurgular. “…söz konusu (direniş)hikayeler(i), bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır. …İnsani açıdan bakarsak bu gezegenin insanların yaşamasına uygun bir yer olarak kalması için başka bir şey, daha fazlası gerekmez”.
Faşist rejimlerde, hukuksuz, sınırsız, keyfi otorite karşısında sıradan kişilerin durumlarını, S. Haffner, muktedir, acımasız bir devletle, benliğini, onurunu korumaya çalışan sıradan bir kişinin girdiği adil olmayan bir düelloya benzetir. “Nazi olmayan Almanların 1933 yazında içinde bulundukları durum muhakkak ki bir insanın karşılaşabileceği en müşkül durumlardan biriydi: Feci bir gafil avlanma duygusunun yarattığı şokun etkileriyle beraber, çıkışı olmayan ve mutlak bir yenilgi hali. Nazilerin insafına kalmıştık, bize acımak veya tamamen canımıza okumak onların elindeydi. Bütün kalelerimiz zapt edilmişti, ortak bir direniş mümkün değildi artık, münferit direnişse artık sadece intiharın bir şekli olarak mümkündü. Özel hayatımızın en ücra köşelerine kadar takip ediliyorduk, hayatın her alanında bir gerileme, nerede sona ereceğini kimsenin bilmediği dağınık bir kaçış hüküm sürüyordu. Aynı zamanda her gün sadece teslim olmanızı değil, saflarınızı değiştirmenizi de talep ediyorlardı sizden”.
Korku mahzenine dönüşmüş bir ülkede, faşizmi onaylamayan fakat faşist devlete karşı açıktan direnmeyi de göze alamayanlar, kendilerine farklı kaçış yolları veya yanılsamalar bulmuşlardır. S.Haffner’e göre bu yanılsamalardan en sık rastlananı, üstünlük yanılsamasıdır. Mantıksız, akıl almaz politikalar uygulayan Nazi devlet yönetiminin liyakatsizliği ve acemiliğiyle dalga geçip, işlerin bu şekilde sürmesinin mümkün olmadığına hem kendilerini hem çevresindekileri inandırmaya çalışan “her şeyi en iyi bilenlerin” düştüğü üstünlük yanılsamasıdır bu. Ülkede olup bitenlere alaycı bir şaşkınlıkla gülüp geçme eğilimindeki bu kişilerin, Nazi rejiminin mantıksızlığındaki mantığı anlayamadıklarını söyleyebiliriz. Haffner’in tanımladığı bir diğer yanılsama ise, özel hayatlarına çekilerek, kendilerini koruyabileceklerini düşünenlerin yanılsamasıdır. Nazi Almanya’sında bu içe çekilmeye “iç göç” adı verilmiştir. Çevre ile ilişkilerinde “mış gibi” yapan fakat “içten içe muhalif” olduğunu söyleyen “iç göçmen”, özel hayatı ile kamusal hayatını ayırmaya çalışır. Oysa faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden biri, özel hayatın hiçbir rejimde olamayacağı kadar devletin denetimine girmiş ve siyasallaşmış olmasıdır, faşizmde “iç göçü” bir yanılsamaya dönüştüren en önemli etken de budur. Bir diğer yanılsama da faşist devletle arasına fiziki mesafe koymaya çalışanların yani “dış göç” yoluyla faşizmden kurtulacaklarını sananların yanılsamasıdır. Dışa göçerken mahzende bıraktıkları kendilikleri, imgelerini içlerinde götürdükleri seven-sevilen ötekiler, onları hep geriye çağıracaktır.
Açıktan direnenler, içlerine göçenler, dışa göçenler, “mış gibi yapıp” “içten içe muhalif” olanlar, mahzende yaşadıkları, tanık oldukları karşısında benzer ruhsal tepkiler verirler. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlara ortak olmaya zorlandıklarını, benimsedikleri değerlerin, inançlarının aşağılandığını, kısaca büyük bir haksızlığa, adaletsizliğe uğratıldıklarını düşünürler. Kimliklerini üzerine kurdukları değerlerin aşağılanması, devletin iki yüzlülüğü, kurumların çürümüşlüğü karşısında yaşadıkları öfke, korku, şaşkınlık, hayal kırıklığı, çaresizlik, gücenme, faşist rejimlerin, geniş kitlelerde yarattıkları duygulardır. Bu duyguların içinde öfke, başka bir şeye dönüşebilme, dönüştürülebilme potansiyeli ile ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Öfke, daha iyi bir hayat için mücadele coşkusuna dönüşebileceği yani sanat yapıtı, dayanışma, örgüt, protesto, direniş, politik mücadele olabileceği gibi, iç göç, dış göç, ruhsal çökkünlük, kendine zarar verme, lümpen şiddet veya ülser, migren, kurdeşen gibi psikosomatik hastalık etkeni de olabilir. Kısaca, genellikle sanıldığı gibi öfke, önlenemez şekilde içsel veya dışsal yıkıma yol açan zararlı bir duygu değildir. Kaba şiddete veya iç göçe dönüşmeyen öfke, yıkıma ve yıkıcı şiddete karşı yaşamı savunmanın, temel hak ve özgürlükleri, evrensel insanlık değerlerini koruma mücadelesinin enerjisi olabilir. Yeter ki halkın öfkesindeki bu potansiyeli, toplumsal mücadele ve direnişin enerjisine dönüştürebilecek politik özneler, ona sahip çıkıp onu örgütleyebilsin.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.