Halkın Temel İhtiyaçları, Kamu Hizmeti Olarak Karşılanmalı
Mağaza Market-Sen ve İnşaat-Sen işçileriyle birlikte bir toplantı yaptık. Emekçi arkadaşlarımızdan birisi açlık sınırının altındaki var olan ücretle ucu ucuna yaşamaya çalıştıklarını söyledi. “Günü kurtarmak için uğraşıyoruz, bir aya çalışamıyor olsak çok kötü duruma düşeceğiz” dedi.
Evet, emekçiler açlık sınırı olan asgari ücretle çalışıyorlar. Bunun kanıksanmış ya da genel kabul görmüş olması çok şeyi anlatıyor. Düşünsenize iktidardaki politikacılar milletlerini çok sevdiklerini hep iddia ederler ama kendi milletlerinin açlık sınırının altındaki bir ücretle çalışıyor olması onları hiç üzmüyor. Üstelik o ücret çalışanların hepsinin %60 kadarına yayılmış durumda. Koca bir ülke resmi kayıtlarla açlık sınırına mahkûm edilmiş durumda.
Almanya’yla kıyaslanıyoruz ya hep. Hani bizi kıskanıyorlar diye anlatılıyor. Bu tabloda kıskanılacak değil, utanılacak durumdayız. Bu “açlık sınırı” ifadesini solcular bir benzetme yapmak için kullanmıyor. Bu bir fakirlik edebiyatı da değil. Türkiye’deki istatistiki araştırmaların bir sonucu. Solculara akla gelen ilk şakaları yaparak tartışmayı sevenlere bir hatırlatmam olsun.
Ücretlerin açlık sınırının altında olması kronik bir sorun.
Bu sorunun çözülebilmesi için işçilerin her iş yerinde sendikalaşmaya gitmesi ve mücadele etmesi gerektiğini konuştuk. Örgütlenmeden ve hak mücadelesi vermeden sonuç almak mümkün değildi. Ücretler artmalıydı ama bununla birlikte ücretlere her ay enflasyon oranında ek zam yapılmalıydı. Çünkü enflasyon canavarının her ay işçi ücretlerini eritip yok ettiği çok iyi biliniyor. Ne kadar enflasyon varsa o ücretlere o kadar artış sağlanmalı. İnsanca bir ücrete ulaşabilmenin başka bir yolu görünmüyor.
Hani şarkı diyor ya “Bir kedim bile yok, anlıyor musun?” diye.
Bir işçi arkadaşımız: “Hani ev almaktan, araba almaktan bahsediliyor ya, bizim kapımızın önünde bir bisikletimiz dahi yok” dedi. Dönemi, durumu ve sorunu anlatan en önemli saptamalardan biri buydu bence.
Emekçi halkın açlık sınırında yaşamasına bazen dönüp bakılıyor ama artık tamamen mülksüzleştirilmiş olması tamamen gündem dışına çıkarılmış durumda. İşçi aç karnını doyuruyorsa daha ne isteyebilir ki? Karnını doyursun ve buna bin kere şükretsin.
Bisiklet isteyemez mi peki? Asla. Bir bisiklete sahip olması teklif dahi edilemez. Her şeye el koymuş olan zenginler buna güler de geçer. İşçi sınıfının ürettiği bütün değer onların cebine girebiliyor ama onların bir bisikleti dahi yok. Bir arabası ve bir evi olması eskide kalmış bir hayal artık.
Mal, mülk, rant, banka hesaplarındaki para, inşaat, fabrika, tesisler ve benzeri bütün varlıklar zenginlerde birikiyor ve bulunuyor. Hal böyleyken bir bisiklet bile neden çalışanlarda birikmiyor? Bu soruyu sormanın zamanı çoktan gelmiş durumda. Bu hiç de ilahi bir adalet değil. Hani şarkı diyor ya “Adaletin bu mu dünya? Ne yer verdin ne mal dünya” diye. Neden emek veren insanların hiç malı, mülkü yok? Karın tokluğuna çalışmak ona yeter de artar mı acaba? Bu aslında köle olmaya yaklaşmak değil mi?
Bireysel olarak bir emekçinin malı, mülkü yok ama ne acı ki emekçi halkın toplumsal bir kategori olarak sahip oldukları gitgide yok oluyor. Bütün Cumhuriyet boyunca kurulmuş fabrikalar, limanlar, büyük sanayi işletmeleri, büyük telekomünikasyon işletmeleri, hastaneler, arsalar birer birer toplumun mülkiyetinden çıkarıldı. Halk, hiçbir varlığın mülkiyetine sahip olmadığı bir konuma doğru hızla sürükleniyor. Halk bireysel olarak da mülksüz, toplumsal olarak da. Onu bireysel olarak mülksüzlüğe iten iktisadi sistem toplumsal olarak da mülksüzlüğe itiyor elbette.
Toplum beslenme, barınma, eğitim, sağlık, ulaşım ve enerji alanlarındaki ihtiyaçların karşılanması konusunda görülmemiş bir yoksunluk yaşıyor. Neden? Çünkü sistem halkın ihtiyaçlarını karşılamak üzere değil zenginlerin malını, mülkünü, servetini artırmak üzerine kurulu. İşte bunu kabul etmeyebiliriz. Eğer bu emekçi halk üretiyorsa her şeyi, ürettiği onun mülkiyetinde kalmalı. Zenginlerin servetinin artmasının hiçbir nedeni ve hiçbir gereği yok. Bu mülkiyet ilişkisi, tarihin gördüğü en büyük haksızlıktır.
Açlık sınırının altında yaşama mecbur bırakılmaya çalışılan halkın beslenme, barınma, eğitim, sağlık, ulaşım ve enerji alanlarındaki temel ihtiyaçları kamu hizmeti olarak karşılanmalıdır. Bunda geri adım atılamaz. İnsanlığın bu ihtiyaçlarının yeteri kadar ücretsiz ya da çok ucuza karşılanmasının başka yolunun olmadığı her yönden yaşanarak görülüyor. İnsanlarımız dağılan pazar yerlerinden ezik, çürük sebze meyve toplamaya çalışıyor. İnsanlarımız başını sokacak bir ev kiralayamıyor. Çocuğunu gönderecek nitelikli okul bulamıyor. Hastanelerden randevu alamıyor. Ulaşımda öğrenci pasosu kullanmaya çalışıyor ve doğal gazı yakamadığı için üşüyor.
Halk bunları sineye çekmek ve kabullenmek zorunda değil.
Bir fiskeyle yıkar geçer bu köhne düzenin kaidelerini.
Bir mülkiyet sorunu var, onu çözmeliyiz ve onu çözeceğiz.
Mülkiyet halkta birikmeli ve bu mülkiyetin yarattığı imkanlar halkın temel ihtiyaçlarını bir kamu hizmeti olarak karşılamak yönünde kullanılmalıdır.
*Hakan Öztürk'ün bu yazısı ilk olarak 28 Nisan Cuma günü Yeni Yaşam Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.