“Amores Perros”: Köpek Sevgisi
“Amores Perros” adında çok etkileyici bir film vardır. İnarritu’nun ilk uzun metrajlı filminin adı İspanyolca orijinalinde “Köpek Sevgisi-Aşkı” gibi çevrilebiliyor ama bizde sık rastlandığı gibi farklı bir isimle gösterime girmişti. Film öyle iyiydi ki, hem aldığı çok sayıda ödülle yönetmenin sinemada gelecekteki başarısını müjdelemişti, hem de yıllar sonra bambaşka bir ülkede gündeme gelen hayvanları koruma yasası değişikliği akla onu getirebiliyor. İnsanlar ve köpekler arasındaki ilişkiyi anlatan üç ayrı bölümü müthiş bir kurguyla bağlanan filmin özellikle son bölümü tam bizim konumuzla ilgili sağlam bir ders verir. Hayatını sokakta yaşamak zorunda bırakılan köpeklere adamış, onlarla bir hayat kurmuş karakterimiz, trafik kazasından kurtardığı yaralı bir köpeğe de bakar, iyileştirir. Ne var ki bu köpek arkadaş, önceki sahibi tarafından dövüşler için eğitilmiş olan, nice kanlı yarışın şampiyonu Cofi’dir. Toparlanıp sağlığına kavuştukça Cofi’nin bu savaşçı ruhu dirilir ve aldığı eğitimin gereğini yapar. Bir gün adam eve döndüğünde diğer tüm köpeklerinin boğazlanarak öldürüldüğü görür. Kahramanımızın içi yanar, silahına davranır, köpeğin kafasına dayar. Ama Cofi, sahibi için çok iyi bir iş yaptığını sanan alkış bekleyen bakışlarla ona bakarken, tetiği çekemez.
Zavallı köpek ona öğretileni yapmıştır, tıpkı insanla köpek ilişkisinin tarihsel kökeninin en başında olduğu gibi… Bu hayvanları ta en başında kurtlardan ayırıp biz evcilleştirdik, işimize yaradıkça her türlü, akla hayale gelmeyecek biçimde sömürdük. Hayvan haklarının hayatımıza girmesi bu uzun, acılı geçmişe göre yeni sayılabilir. Ve halen hayvan deneyleriyle kozmetik sanayiye, sadece dövüştürerek değil, genleriyle oynayarak -örneğin burunsuz nefes alamama acısı çeken köpek bile üreterek- para kazanan endüstriden, gıda teknolojisine uzanan çok kapsamlı bir mesele karşımızda. Ama şimdi konumuz “sokakta yaşamak zorunda bırakılan hayvanların” öldürülebilmesini öngören meclise getirilen yasa teklifi.
Teklifi sunarken AK Parti Grup Başkanı’nın yaptığı açıklamanın her cümlesi ayrı felaketti ama “5199 sayılı kanunumuzun hayvanları koruma çerçevesinden çıkartıp…” diye başlaması, hukuk tarihine en büyük skandal olarak geçebilir. İnsanlar için değil, salt hayvanlar için yapılmış, adı “Hayvanları Koruma Kanunu” olan yasanın hak öznesini değiştirmek kimsenin haddine değildir. Bütün yasaları delik deşik etmeye, anayasayı takmamaya, keyfiyete o denli alışmışlar ki, en nihayetinde kanunun hak öznesini değiştirmeye bile cüret ettiler. Yok artık. Çocuk Koruma Kanunu’nda çocuğu koruma çerçevesinden çıkarmak nasıl düşünülemez ise bu da düşünülemez.
Hukuksuzluk bununla bitmiyor; sürekli “yaratılanı yaratandan ötürü sevdiğini” söyleyenler, hiçbir zaman dillerine almadıkları “ötanazi” kavramını nasıl da rahat kullanıyorlar. “Ötanazi kavramı getiriyoruz. Kavramsal manada acı çektirilmeden, hayvanımıza eziyet etmeden, ilaç vasıtasıyla hayatına son vermek… Bu hayvanların ötanazi yoluyla yaşamlarına son verilmesine imkân tanıyoruz". Neyi nereden getiriyorsunuz acaba? Kavramsal sözcüğünü kullanınca bilimsel olunmuyor. Ceza Kanunu’na göre ülkede ötanazi insanda yasak, hayvanda -örneğin deney hayvanlarının son dönemi gibi çok özel bazı durumlarda son bir aşama olarak ve kesinlikle refah ortamında uzmanlar tarafından, diğer hayvanlardan ayırarak, “insanca muamele” ile yapılabilir. Etik olarak ise tam tersi söz konusu; insanda rızaya dayalı olmak kaydıyla “onurlu ölme hakkı” kapsamında yaşamın son döneminde kaderini tayin hakkını savunan görüşler var, bazı ülkelerde hukuken de yasallık kazanmış durumda. Hayvanların ise hiçbir rıza yetisi bulunmadığından deneyler dahil her türlü hayvan kullanımının yasaklanmasını savunan ve etiğin çok hararetli tartışmasını yürüten görüşler var.
“Ötenaziye İmkan Tanımak!”
Ötanaziye “imkan tanımakmış”! O imkan asıl hayvana şiddetin suç olarak tanımlanması ve caydırıcı ceza öngören yasayı yapmaktır. Yıllardır hak örgütleri merkezi yönetimi tam tersi bir yasa konusunda; hayvanlara eziyetin cezasız bırakılmasına son verilmesi için göreve çağırıyor. On yılı aşkın süredir yasa taslakları hazırlandı, içinde AKP’li vekiller olan önergeler verildi, meclis komisyonları kuruldu. Tam bugünlerde referans alınması gereken raporlamalar yapıldı. Sonunda iş nasıl döndü dolaştı da, tam tersi bir noktaya; ta 20 yıl önce dönemin sağlık bakanı Osman Durmuş’un dile getirdiğinde kınandığı öldürme noktasına geldi?
İşte bu tam teşekküllü bir AKP mucizesidir: kendi yaptığı yasayı, kendi eliyle uygulanmaz kılma ve sonra yok etmeye çalışma. Kendi imzaladığı sözleşmeden imza çekme. Kendi başkanlık ettiği araştırma komisyonunun raporunu tanımama. Kendi değiştirdiği anayasa maddelerini yine değiştirmek isteme… Daha da sayılabilir ama 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun durumu en çok da 6284 sayılı Koruma kanununa benziyor. Uygulanmayan tedbirler, hayatta kalamayan kadınlar, kanunun koruması gereken hak öznesini yok sayan anlayış, belediyelere yıkılan görevler. Hiç şüphesiz belediyeler kadınlar için sığınak, hayvanlar için barınak açmak görevini yerine getirmeli ama en başta kanunların böyle içinin boşaltılmasını durdurmalıyız. Bize numaralarını nasıl da ezberlettiler; hukukçu kadar biliyoruz artık: 6284’e ve 5199’a dokundurmamalıyız.
Kadınlara ve hayvanlara uygulanan baskının nasıl birbirine benzediğini, bu tasarının ve 9. Yargı paketinin aynı günlerde gündeme gelmesiyle de gördük. Esasında türcülük, cinsiyetçilik ve ırkçılığın nasıl birbiriyle ilişkili olduğunu, tüm bu ayrıymış gibi duran hak ihlallerinin neden ülke ekonomisi felakete giderken gerçekleştiğini, besledikleri asıl sistemi: işte karşımızda duran mülkiyetçi kapitalizmi de görebiliriz.
Tüm bu baskı biçimlerinin, ekonomik, sosyal, politik süreçlerin sonuçları olduğunu bir an bile akıldan çıkarmadan, yasa teklifi sürecinin nasıl geliştiğine bakalım.
Tıpkı 6284’ü ya da kadının soyadı hakkını “aile düşmanı” ilan ederek savaş açanlar gibi, tıpkı çocukları erken yaşta evlendirenlere af getirmek isteyenler gibi, önce gerçek oranı istisnai olan bir mağduriyet, gerçek dışı biçimde abartılır. Sonra trolleme ile yürüyen bu safsataya resmi makamlar ortak olup sahiplenir. Öyle ki, gerçekte hayvan hak örgütlerinin dediği gibi “sokak hayvanı” diye bir tür bile yoktur. Evet, köpekler bu hale kendi kendilerine gelmediler. Başta andığım filmde anlatıldığı gibi sokakta olmalarının ve eğer veriyorlarsa oluşan zararların; saldırganlıklarının sebebi kanunu uygulamayanlar. Elbette köpek saldırısıyla zarar gören her yurttaş, yine filmdeki gibi içimizi yakıyor. Ama çözüm tetiği çekmek değil.
Yalanları ortaya koymak için paylaşılan veriler gösteriyor ki; ülkede şu anda kuduz salgını olmadığı gibi köpeklerde kuduz, büyükbaş hayvanlara göre çok daha az görülüyor. Düzenli aşılama ile çözülebilecek bir hastalığın çözümünü öldürmekle aramanın ilkelliği bir yana, tüm zoonotik hastalıklar için tek riskli durumun köpekler olmadığını ve sorunu kökenine inerek bütünsel çözmenin yollarını bilim insanları, hak örgütleri, veteriner hekimler günlerdir anlatıyorlar.
Hekimler, yeminlerine sadık kalacak, öldürmeyi kabul etmeyecek.
Birleşip örgütlenerek kendini savunma imkanı olmayan hayvanlar için, toplum birleşecek, bu ahlaksız teklifi durduracak.
*Gülsüm Kav’ın bu yazısı ilk olarak 14 Temmuz Pazar günü Gazete Pencere’de yayınlanmıştır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.