Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Özgürlük
Ülkemiz dünya basınında gündem oldu ama sevinemedik. Çünkü maalesef yine gurur değil utanç duyulacak bir haberle oldu. Türkiye’de bir günde yedi kadın cinayeti olmasını önce The Guardian sayfalarına taşıdı. Ardından haberler devam etti çünkü ertesi gün sekiz, bugün itibarıyla -bilebildiğimiz kadarıyla- dokuz kadının hayatı tamamen önlenebilir biçimde sonlandırıldı.
Dünya basını sorunun kök sebebinin ülkedeki kadın hareketi kadar farkında. İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi sonrasında kadın cinayetlerinin arttığını, azalma olan tek dönemin sözleşmeye imza atılan dönem olduğunu yazıyorlar. Yani bizlerin senelerdir söylediklerimizi söylüyor, iyi de yapıyorlar. Ama ben bunu biraz daha açıklığa kavuşturmak isterim. İstanbul Sözleşmesi neden bu kadar doğrudan etkiler yaratıyor?
Çünkü o sadece kuru bir sözleşme değil, sadece bir tarafta şiddet devam ederken ondan korunma yollarını anlatan değil, sadece kadınlar için değil, sözleşme hane içinde şiddete maruz kalma riski olan herkesi koruyan, korumanın ötesine geçerek şiddetten tümüyle kurtulduğumuz bir hayatı yaratacak evrensel bir pusula. Bize kök sebepleriyle şiddeti ortadan kaldırmanın uygulamalı biçimde basamaklarını gösteren bir alet çantası. Şimdi Türkiye’de onun anlattığı 4 temel basamağın tümünde sorun yaşanıyor:
1. Önce şiddetin sebebi ve sürmesini sağlayan esas meseleyi; toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırın diyor. Türkiye’de iktidar eşitliğe inanmadığını her seferinde, sayısız iletişim aracıyla dile getirdiği gibi eşitsizliği bizzat kurumsallaştırıyor.
2. Şiddet tehdidi varsa etkin koruma sağlayın diyor; ilk maddenin lağvedilmesine yaslanan bütün kamu görevlileri koruma kanununu uygulamadığı gibi kanunun kendisine savaş açanlar bugün parlamentoda milletvekili olarak bulunuyor.
3. Şiddet yaşandığında etkin soruşturma yapın, etkili ceza verin diyor; ceza davalarında ödül gibi indirimler devam ettiği gibi sıklıkla yüksekten düşme- düşürülme ile gerçekleşen şüpheli kadın ölümleri artıyor. Bakın dünya basını bu durumu “defenestrasyon” olarak adlandırmış. Türkiye’li kadınların durumunun Ortaçağ’da suçluların pencereden atılarak infaz edilmesi anlamına gelen bu ürpertirici terim ile anılması bile ne kadar acı. Batı’nın ahlakını almak istemeyenler utanır mı acaba?
4. Konumuza dönersek son olarak İstanbul Sözleşmesi, istihdam, siyasi temsil, eğitim, sağlık her alanda kadınların güçlendirilmesinden söz eder. Tüm boyutları saymıyorum; yerel seçim dönemindeyken siyasi temsilde kadın oranına bakmamız yeterli olur durumu anlamak için. Yerel yönetimlerin son durumunda 1393 belediye başkanının sadece 23 ü kadın, muhtarlık ve belediye meclislerinde durum benzer ve en kötüsü önümüzdeki seçimlerde de büyük bir iyileşme görünmüyor.
Senelerdir, defalarca, her fırsatta anlattığımız İstanbul Sözleşmesi 4 ana maddesini tekrar anlattım çünkü bu hafta yaşadığımız kadın cinayetlerinin esas zemini budur.
Bilmeyip öğrenmek isteyene açıklayıcı olması için anlattım. Bilip de yapmayanların, sözleşmeden sonra kadın cinayetleri azaldı diyenlerin, ne gibi feci sonuçlar yarattıklarını; eserlerini görüp utanması için.
Hınç birikiyor evet. Bütün bu anlattığım tabloya, modern bir toplum olmanın, kadınların haklara sahip özneler olmasının her veçhesine saldırıldığı bugünkü iklimi de eklediğimizde hınç birikmemesi mümkün değil.
Siyasal olarak insanın evrensel ve kendinde değerli bir varlık olmasını sağlayan ne kadar modern düzenleme varsa hepsini tehdit eden, anayasal işleyişe tahammül edemeyen, demokrasiden ve laiklikten uzaklaşan gidişatın kadınların payına düşen sonuçları yaşıyoruz. Bir de üstüne şeriat tartışması açıldı. Ve maalesef bu durumu bahis oynar gibi ele alıp normalleştirmeye yarayan biçimde tartışma yürütenler olduğu gibi, zaten gelmiş olduğunu iddia eden anayasa değişse de bir şey fark etmez diyenler de oldu.
Oysa anayasanın temeli olarak var olan laiklik ilkesinin en kötü uygulama biçimiyle de olsa orada yer almaya devam etmesi çok şey fark ettirir. Tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için mücadele ettiğimiz ama yerinde durduğu zamanlar ve dokuz kadın cinayetini yaşadığımız bugün arasındaki fark gibi.
Bugünkü kadın cinayetlerinin kültürel olarak da beslendiğini düşünüyorum. Hangi ana akım diziye baksak görebileceğimiz kimi inceden kimi kabaca şiddeti normalleştiren, bazılarında tarikatları, bazılarında cinayetleri ya da kadına yönelik başka suçları estetize eden yaklaşımın da yaşadıklarımızda payı var. Güya kadın haklarına sahip çıkan diziler bile öyle; hep öldürülen kadınların öz yaşamlarından kesitler var ama nedense hiç çözüm yolları, kadınların verdiği mücadele yok. Bunun yerine bir şekilde “mağdur” olmuş, çocukluk travmalı ama “süper” erkek karakterler var. Bu kadarı da yeter artık. Mesela 10 sene önce böyle değildi, reform dönemindeydik, kadın haklarını doğru düzgün ele alan yapımlar vardı. Hemen zamanın ruhuna uyum sağladılar.
The Economist tarafından yayınlanan yıllık demokrasi endeksinde dünyada genel olarak otoriterleşmeye gidiş ortaya konmuş, dünyadaki bu gidişat iktidarı rahatlatıyor. Geri kalan bu iklimden faydalanan tüm pragmatikleri de iktidarın tavrı rahatlatıyor. Hepsi hava nasıl olsa bizden yana diye düşünüyor. Ama bu berbat siyasal ortamı yaratanlar da, berbat dizileri yapanlar da bilsin ki kadın hakları seçimlerde siyasal pazarlıkların, kültürel alanda reyting yarışlarının nesnesi değil. Şimdi zincirleme bir rahatlama yaşıyor olabilirler ama aynı raporda Türkiye’nin 167 ülke arasında 102. sırada ve mesela Gambiya’nın bile gerisinde olması gerçeği, herkesi yakar.
Evet bu ateş sizi de yakar. Çünkü o raporlardaki grafikler orada öyle durmuyor; toplumun gündelik yaşamında, ekmek kavgasında, yok sayılan kadınların ve LGBTQ+’ların hayatında son derece açık ve somut sorunlar yaratıyor. Ve elbette hayatıyla oynananlar, o hayata sahip çıkıyor, çıkacak.
İşte bu şartlar altında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü geldi, çattı. Yerel seçimlerin gölgesinde de olsa, bizim her günümüz aynı biçimde kesintisiz mücadeleyle geçiyor da olsa, dünyanın bütün kadınlarıyla sayısız meydanda gücümüzü birleştirecek, hayatımıza, şehrimize, ülkemize sahip çıkacağımız o büyük gün bambaşka.
Dünya tarihinde “dayanıklılık” sözcüğü en çok özgürlük ve eşitlik için mücadele edenlere yakışıyor. Karanlık rejimler gelip geçer, özgürlük arayışı ise asla bitmez.
Bu onurlu tarihten ve dünyanın bütün kadınlarından aldığımız kuvvetle, özgür sokakları, şehirleri, yaşamları kurmak için bugün; 3 Mart’ta saat 15.00 de Kadıköy’de buluşalım.
Her zamankinden de güçlü söyleyelim: yaşasın 8 Mart, yaşasın kadınların mücadelesi.
*Gülsüm Kav’ın bu yazısı ilk olarak 3 Mart Pazar günü Gazete Pencere’de yayınlanmıştır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.