Ücret-Fiyat Sarmalı Yok, Şiddet Sarmalı Var
Asgari ücrete zam yapmayıp milyonları açlık sınırının altında yaşatmaya devam etmek için öne sürülen en büyük yalan; ücretler artarsa enflasyonun artacağı safsatasıydı. “Ücret- fiyat sarmalı” diye laf tutturmuş gidiyorlardı.
Ekonomik gerçekler kısa sürede bunun Aziz Çelik’in deyimiyle bir “sazan sarmalı” olduğunu; enflasyonu artıran nedenin şirket karları olduğunu ortaya koydu.
Toplumsal gerçekler de, bu ülkede asıl hangi sarmalın var olduğunu her gün, her saat ortaya koyuyor: asıl sarmal şiddet sarmalıdır.
Geçen hafta TBMM çatısı altında dahi yaşanan, kınanmayıp net tavır alınmadıkça her tarafa yayılacağı öngörülebilir olan bir şiddet salgını yaşıyoruz. Kürsü dokunulmazlığını bile tanımayarak atılan yumruğa, bu rezaleti durdurmaya koşan kadın vekilin bile kanını dökmeye tavır almayanlar, Manisa’da bir kadının kamusal alanda birçok kişinin gözleri önünde gördüğü şiddeti lanetleyen açıklamalar yaptılar. Olayın görüntülerinin sosyal medyada yayılması ve tepki toplamasından saatler sonra gecenin bir yarısı Adalet Bakanı, Aile Bakanı ve AKP Sözcüsü sosyal medya hesaplarından neredeyse kopyalanıp yapıştırılmış benzer bir içerikle şiddeti kınadılar.
Ömer Çelik daha öteye giderek seyirci kalanları da kınadı. TBMM’deki şiddeti ve senelerdir kadın cinayetlerini seyredenler, her tür şiddetin önünü açacağı defalarca söylendiği halde hayvan katliamı yasasına gülümseyerek oy verenler, şiddetle mücadelenin en etkili aracı İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekip kadınları açıkça yalnız bırakanlar, mevcut 6284 sayılı kanunu uygulamak yerine tartışmalı hale getirenler, bu şiddet salgınının sorumlusudur.
Daha sayfalarca sayılabilecek fiziksel, ruhsal, ekonomik, cinsel, dijital şiddetin her biçimini önünü açmış olanlar, vatandaşı kınayamaz.
Oradaki eli sopalı adam, şiddet failleri, tehdit altında yaşayanları korumayıp bu faillerin önünü açan yetkililer değil de, olay anında orada oturmaya devam eden sonradan engelli olduğu için hareket edemediğini açıklayan adam mı sorumlu?
Görüntüleri defalarca izledim, arka taraflardan birkaç kişi de önce yaklaşıyor, sonra korkuyla duraklıyorlar. Muhtemelen akıllarına haksız yere hapis yatan Kadir Şeker geliyor ki, sosyal medyada bu da çok dile getirildi. En nihayetinde daha gerilerden bir abimiz bir cesaretle gelip kadına el veriyor, insanlık onurunu ayağa kaldırıyor.
Diğer vatandaşları kınamıyorum ama onu tebrik ediyorum. Elbette şiddete tanık olanların yapabilecekleri var, “iyi tanıklık” diye bir şey var, sessiz kalmamayı, kendi başına gelmese de başkası için fedakarlık yapmayı anlatan. Etik de bu demek zaten. Sadece kendisi için bir şey yapmak ise pragmatizm. Manisa “kötü tanık”, “ iyi tanık” konusunun da ders niteliğinde bir örneği oldu. Yeri gelmişken söyleyeyim; bu “iyi tanık” olmak, genç insanların davranışlarına, kadınların kıyafetine hatta son zamanda gördüğümüz gibi şort giyen erkeğe, sahilde bira içmeye vb. durumlara karışılması değildir. Burada bazı vatandaşlara söylenecek söz de biraz budur; öpüşen bir çift görse anında özel hayata karışabildiği halde, eziyet gören kadın görünce “özelidir” denemez, bigane kalınamaz.
Ama sonuçta tanıklardan çok sanıklar, sorumlular ve bu suç ortamının nasıl yaratıldığı önemli. Bu sorunun parçası olanların ve çözüm mercisi oldukları halde yakınanların kınama hakkı yok.
Bir çay ocağının önünde, etrafında onca insan varken şiddet gören, hamile olduğunu söyleyerek yardım arayan Sudenaz’ın ise her şeye hakkı var. Çocuk yaşında “dini nikahla” evlenmek zorunda bırakılıp yirmi yaşına bile gelmeden ikinci çocuğuna hamile olan, eğitim alarak geçirmesi gereken yılları çileyle geçiren, devletin koruyamadığı, olay sonrası bazı vatandaşların “romandı” galiba o yüzden yardım etmedim diyebildiği Sudenaz’ın, her şeye herkesten çok hakkı var. Yardımına koşmayanları eleştirme hakkı da onun, yetkililerin ve sosyal medyada linç peşindekilerin değil.
Ayrıca bu linç kültürü de şiddetle aynı kökten besleniyor ve asıl konunun üstünü örtüyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliğine savaş açmış bir iktidarın nasıl bu şiddetin sorumlusu olduğunun da.
Ve mesela “dini nikahın” ne zaman hayatımıza böyle girdiğinin de… Dikkat ederseniz kadın örgütleri dışında kimse bu boyutu konuşmuyor, laik olduğunu bildiğimiz yorumcular bile… Neden?
En çok “hamilelik” ve “sokak ortasında” dile getiriliyor ama birincisi maalesef ki, şiddet hamilelikte yaygın olarak görülüyor. Biz bir arkadaşımla İstanbul sözleşmesinden imza çekilmesinin kadın cinayetlerine ve şüpheli ölümlere etkisinin istatistiksel analizini yaptık ve engelli kadına, hamile kadına şiddetin imza çekilmesi sonrasında daha da arttığını, en çok korunması gerekenlerin en çok hırpalandığını görünce içimiz acıdı. Bu bulgu aynı zamanda tutturulan o aileyi koruyacağım politikasının da iflasını gösteriyordu.
İkincisi şiddet, sokak ortasında olmayıp evlerde olduğunda da şiddettir ve tanık olanlara yine müdahale etme ve bildirme görevi düşer.
Sonuç da asıl konumuz kadınları resmi hukukun tanıdığı yasal haklarından, toplumu laik hukuktan mahrum bırakan dini nikahı da içeren ve tüm diğer şiddet biçimlerini kapsayan “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” olgusu ve onun temelinde yatan eşitsizliktir.
Hemen ikinci adımda da, bu olgunun ortadan kaldırılabilir oluşu, kimseyi linç etmeden-kimse zarar görmeden durdurulabilir oluşudur.
Yapılması gereken tek şey bu görevi yerine getirmektir, kimse üzerini örtemez.
Ve bu görev Ömer Çelik’in dediği yoldan; “Bu noktada kültürel ve ahlaki hassasiyetlerimizi daha da güçlü ifade ederek” değil, İstanbul Sözleşmesinin “şiddet asla kültürel değerlerle, geleneklerle açıklanamaz” temel ilkesi ışığında yerine getirilebilir.
Sudenaz’ı çocuk yaşta dini nikahla şiddet dolu bir hayata terk eden kültür, batmalıdır.
Sert konuşuyorum çünkü bu şiddetin son adımı kadın cinayetleri ve biliyoruz ki hepsini durdurmak mümkün. Çoğu kez kadın cinayetleri, önlenebilir erken uyarılar gösterir. Kadınlar için başlıca erken ölüm nedenlerindendir ve bu yönüyle 1970’lerden bu yana Dünya Sağlık Örgütü’nün sürekli gündeminde tuttuğu önemli bir halk sağlığı sorunudur. Münferit değillerdir, genelde planlıdırlar, önceki fiziksel, cinsel veya duygusal şiddetin cinayetin ön adımları olduğunu, deneyimlerimizden ve veri tabanlarından çok net biliyoruz. Bu yüzden kadınları koruyan yasal güvenceler şiddeti de, cinayetleri de durdurabilir. Bizim ülkemizde 6284 sayılı koruma kanunu bu yüzden Sağlık Bakanlığı dahil 5 kocaman bakanlığa, belediyelere ve bir çok başka kamu kurumuna görevler verir. Bir tanesi bile görevini düzgün yapsa durum değişirdi. Bu görevi bir tek kadın örgütleri; biz yapıyoruz ve hayatta tutabildiğimiz birçok kadın arkadaşımız var.
İşte şimdi kadınların mücadelesi bir kez daha gerçeğin örtülmesine izin vermiyor, esas meseleyi ve çözümünü gündeme getiriyor, bunun mücadelesini öne sürüyor. 6284 bayrağını daha da güçlü kaldırıyor. Herkes görsün ve bilsin ki; koruma kanunu etkin uygulansaydı, şimdiye kadar bütün Sudenaz’lar şiddetten kurtuldukları bir hayatı yaşıyor olacaktı.
Kaybettiğimiz binlerce kadın aramızda olacaktı.
Şiddet tehdidi altında olan hiçbir kadını yalnız, görevini yapmayan hiçbir kurumun da peşini bırakmamak için bu mücadeleye herkes davetlidir. Yasayı uygulatalım, kadınları yaşatalım.
*Gülsüm Kav’ın bu yazısı ilk olarak 25 Ağustos Pazar günü Gazete Pencere’de yayınlanmıştır.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.