Aksa Tufanı’na Dair - II
Aksa Tufanı’nın artçı fırtınaları esmeye devam ediyor. Bölgede tansiyon hiç durmazken, emperyalist medya organları İsrail’i aklamak için yalan haber pompalamaya devam ediyor. Ancak büyük metropollerde emekçi kitlelerin Filistin direnişine yönelik desteği de aynı şekilde devam ediyor.
Yazının ilk bölümünde, Filistin direnişinin Aksa Tufanı Operasyonu ile başlayan sürecin bölgedeki, ülkemizdeki ve Batı dünyasındaki politik etkilerini ele almıştım. İkinci bölümünde ise konunun bizimle, yani Türkiye’deki sosyalistlerle alakalı olan yönüne dair düşüncelerimi paylaşıyorum. Devam edelim.
Bizim büyük siyasetsizliğimiz
Sosyalist hareketin, muhafazakar kesimlerden emekçilere ulaşmakta büyük zorluk çektiğini neredeyse tüm çalışma alanlarından biliyoruz. Filistin sorunu, ülkemizdeki muhafazakar kesimlerin de son derece önem verdiği bir konu. Filistin davasını, sosyalistlerin bu kitlelerle buluşması için önemli bir politik vesile olarak görmeliyiz. Filistin halkının siyonizme karşı mücadelesi, tüm Türkiye sosyalistlerinin tartışmasız ve en radikal düzlemde savunduğu, temel politikalarından biri olmalı. Konuya dair politik perspektifi gerici grupların belirleyiciliğine teslim etmeyecek bir beceriyle sorunun gerçek çözümüne dair kendi önerilerimizi anlatıyor olmalıyız. Çünkü şu anki gücümüz ne olursa olsun, Filistin halkının gerçek dostları bizleriz.
Türkiye solu genel ve tartışmasız olarak, Filistin halkının yanında olduğunu ifade etmektedir. Bu elbette ki Deniz Gezmiş’lerden, Mahir Çayan’lardan kalan sosyalist geleneğimizden kalan olumlu bir olgu. Ancak bunun da pamuk ipliğine bağlı olduğunu gördük. Ön yargılarını bir kenara bırakıp tabloyu inceleyen herkes, solun sesini duyurabilen bir kesiminin yaşam tarzı savunusu “laiklik/gericilik” üzerinden kurduğu temel politik hattın, hitap etmek istediği kitlelerin ideolojik şekillenişinde zararlı bir etkiye neden olduğunu gözlemleyebilir.
Çatışmaların alevlendiği ilk günlerde, “soldan” kabul ettiğimiz pek çok entelektüelin Hamas’ı öne sürerek İsrail propagandasının ekmeğine yağ sürdüğünü gözlemledik. Sol örgütlere üye olan birçok kişi arasından sanki ortada eşit koşullar altında bir savaş varmış gibi “iki tarafa da barış” çağrısı yapan yüce gönüllülerin çıktığını gördük. Sözde laik, özde din devleti İsrail’in Filistinlilere uyguladığı katliam politikalarını “laiklik/gericilik” ekseninden kavramaya çalışan çok sayıda soldan yorum gördük. Ayrıca benzer bir eğilimi 18 Ekim’deki mitingde islamcı gruplar yürüyüş kolunun yanından geçerken de gördük.
Laikliğe yönelik bu hassasiyet asla tamamiyle olumsuz değildir. Bu söylediklerimi de laiklik ve özgürlük mücadelesini önemsizleştirmek için söylemiyorum. Kadın ve özgürlük düşmanı gerici gruplarla politik olarak yan yana gelmek de kabul edilemez. Ancak mevcut durumda dünyanın dört bir yanında birçok farklı kesimle ortaklaştığımız düşman İsrail’dir. Propagandamızı da “gerici gruplarla aramıza set çekmek” yerine Filistin konusunun çözümüne yönelik önerilerimizi öne çıkarak yapmamız gerekirdi. Somut koşullar her zaman bize bu tip yön tayin edici olanaklar sunmaz. Konuyu dinsel çatışma düzeyine indirgeyen gerici gruplarla aramıza çektiğimiz çizgi de Filistin sorununun çözümüne yönelik kararlılığımız olurdu.
Erozyonun birincil sebebi solun uzun bir süre boyunca çizmesi gereken politik hattı doğru kavrayamamış olmasından kaynaklanıyor: Sosyalistlerin işaret etmesi gereken temel meseleler sınıfsal çelişkilerdir, mülkiyet sorunudur, uluslar ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerdir. Laiklik, tüm bu çelişkileri en açık biçimde ifade edebilmemize hizmet edecek olan, toplumun tüm dini gruplarını eşit duruma getiren uygarlık düzlemimizdir. Laikliğe eşitlik yolunda yürüyen tüm toplum kesimlerinin ihtiyacı vardır. Yalnızca içki içen, seküler kimlik taşıyan kesimlerin değil. Laikliği hedeflerimizin en başına en kimlikleştirilmiş haliyle (yani burjuva anlamıyla) koymak, doğal olarak bir sol örgüte katılan yeni üyeyle herhangi bir CHP’li yurttaş arasındaki farkları silikleştiren bir etkide bulunuyor.
İkiyüzlü politik tutumlar, sosyalist hareketi zayıflatır
Bir diğeri ise, ilk baştaki sapmaya neden-sonuç ilişkileriyle bağlı olan, Türkiye solunun kendi ezilenlerini politik sorumlulukları arasında görmemesinden kaynaklanıyor. Filistin’de yaşanan zulüm dünyada tek ve benzersiz değil. Hatta orada anlatılan hikaye burada da aynı şiddetiyle yıllardır anlatılıyor.
Kürt halkı Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ta 20. yüzyıl başından beri katliamla burun buruna yaşıyor. Mesele Filistin konusu kadar sıcak ve yakıcı. Ancak Türkiye’deki sosyalistlerin önemli bir kesimi Kürt sorununu gündem etmeyi kendi sorumlulukları arasında görmüyor. Kürt halkının ortaya çıkardığı siyasi iradeyi, mevcut konjonktüre göre tali gerekçeler uydurarak görmezden gelmeyi seçiyor.
“Şeyh Said’i yoldaş olarak görenlerle” asla yürümeyecek olanların, genel ağırlığını Hamas’ın belirlediği Filistin mücadelesine amasız, fakatsız, koşulsuz destek veriyor olması açıklanması gereken bir çelişki değil mi? Kürt halkının tüm kazanımlarına dair emperyalist felaket senaryoları yazanlar, nasıl oluyor da yeni etnik hatta dinsel karakterde olacak bir ulusal devletin kurulması gerektiğini savunuyor? Kentler bombalanırken bile Türkiye’nin sömürgeci sermaye sınıfına hayır demek için koyacak şerh arayanların bu hevesinin kaynağı ne?
Hevesten de ötesinde aslında şunu sormak gerek, emekçi halk kitleleriyle ve ezilen halklarla bir arada güçlenmemize engel olan bu temel hatanın kaynağı ne?
Belirleyici olan temel politik çelişmedir
Kürt halkının mücadelesini konuştuğumuzda, çoğunlukla ezen ulusun sosyalistleri emperyalizme dair kaygılarını dile getiriyorlar. Kabul, Kürtler Suriye’de emperyalist ABD ile çalışmakta ve bundan memnun olunamaz. Ancak Kürtlerin ABD ile taktik ittifak kurmak durumunda olması mevcut temel çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Belirleyici olan temel politik çelişkidir. Dört coğrafyada ezilen bir halk söz konusudur. Türkiye de bu coğrafyalardan birisidir.
Bu büyük ulusal sorunun çözüm ve barış değil savaş bağlamında ele alınması, Türk ve Kürt işçi sınıflarının kardeşleşmesinin yolunu tıkıyor. Hal böyleyse mevcut Kürt hareketinin siyasi niteliği ne olursa olsun onların haklarının ve varlığının tanınmasından yana bir mücadele içinde olmak bizim de sorumluluğumuzdur. Bu hakkın tanınmasının Türk işçisinin de çıkarına olduğunu anlatmak zorundayız. Filistin’de direnenler “ne olurlarsa olsunlar” haklı olabiliyorlarsa Kürt kardeşlerimiz de sömürgeciliğe direnirken “ne olurlarsa olsunlar” haklıdırlar.
Ek olarak; Kürtleri ezen Türkiye, Kürtlerin ilişki kurmasından büyük kaygı duyulan NATO’nun en önemli üyelerinden biri. Ordusu NATO’nun en büyük ordularından biri. Suriye’de ve Irak’ta ABD’nin icazeti sayesinde Kürt kentlerini bombalayabiliyor. Bir taraf Batılı devletlerin politikalarının uygulayıcısı ve emperyal güç olma hedefindeki Türkiye’nin tarafı. Bir taraf, bölgedeki güç ilişkilerinin içerisinde kendine bir yer bulmayı savaşarak sağlayabilen ezilen Kürt halkının tarafı. Hal böyleyken “Kürtler ABD’ye çalışıyor” diyenler, bu şemada açıkça handikaplı olan tarafı, çok daha ceberrut olan Türkiye ile eşitliyor. Türkiye’nin ve Kürtlerin ezildiği diğer ülkelerin sömürgeci yönünü gizliyor. Tıpkı hem İsrail’e hem Filistinlilere barış çağrısı yapan “yüce gönüllüler” gibi. Kürtlere karşı savaş politikalarına hiçbir radikal tutum göstermeyenler, karşı tarafın eylemliliği söz konusu olduğunda rahatlıkla terörü lanetleme korosuna katılabiliyor.
Halbuki ABD’yi ve tüm emperyal güç edinmek isteyen kapitalist iktidarları gönderebilecek olan şey imha savaşlarına sessiz kalmak değildir. Kürt halkının siyasi iradesini, kendi kaderini tayin hakkını tanıma ve barışçıl çözüme giden yolu açmaktır. Halklar arası kardeşliğin sesini yükseltmektir. Zira emperyalistlerin varlığına zemin hazırlayan şey, ezilen halklara zulmeden Orta Doğu’daki işbirlikçi sermaye iktidarlarıdır.
Kendi ezilenine yabancılaşanlar tüm ezilenlere yabancılaşırlar
Kürt halkının mücadelesine olan bu kayıtsızlık, başka ezilenlerin mücadelelerine katıksız destek veren Türkiyeli sosyalistleri ikiyüzlü bir konumda bırakıyor. Fersah fersah ötedeki bir ezilen ulusu desteklemek, kendi burnunun dibindeki sömürgeciliği görmekten farklıdır. Bu türden bir ikiyüzlülük dünyayı genelde sadece “aydınlanmacılık” ekseninden okuyan Türkiye solunu, henüz yalnızca varoluş mücadelesi veren ezilen halkların mücadelesinden uzaklaştırıyor.
Bir kesim solcular, Kürtlerin arasında İsrail’e yönelik sempati olmasından yakınıyorlar. Doğru, ABD ile kurulan ilişkiler ve harekete pek çok yönden sızan liberalizm o tarafta da büyük bir erozyona neden olmuş açık ki. Ancak bu durum, bizim tarafımızdaki erozyondan bağımsız görülemez. Aynı yakınmacılar, destekçilerinin Türk milliyetçiliğinin argümanlarını kullanmasından o kadar da rahatsız değil. “Bağımsızlıkçılık” adı altında bu sağ sapmanın yolu en utanmaz biçimde açılabiliyor. Proleterya çizgisini değil “laiklik/gericilik” ikiliğini temel çelişki almanın, Türkiye sermaye sınıfının ideolojisine yedeklenmenin ve bu çizginin kimlikçi özü bu denli sorgulanmıyor. İşte sonuç olarak, gerici grupların Filistin’e destek eylemleri çok daha radikal, sosyalistlerin çağrı yaptığı eylemler ise çok daha ılıman bir iklimde geçiyor.
Ezen ulus sosyalistleri Kürtlerin “yeni bir İsrail” kuracaklarına dair felaket tellallığı yapacaklarına kendi devletlerinin İsrail’e olan sınıfsal ve ontolojik benzerliğini vurgulamalıdır. Ayrıca kendilerine hem Doğudaki hem de Batıdaki bu büyük ideolojik erozyondaki rollerinin ne olduğunu sormak zorundalar. Sosyalistler olarak, mevcut düzene karşı olan meşru mücadelelerin arasında bağ kurmakla mükellefiz. Yakınmak yerine erozyonların çözümünü sağlayacak irade ve güç de ancak biz olabiliriz.
Filistin ve Kürt sorunlarının farklı coğrafyalarda cereyan etmesi, aktörlerinin emperyalist ilişkiler sisteminde farklı ittifaklara sahip olmaları benzer temel çelişkilerden patlak verdikleri hakikatini değiştirmez. Kürt sorununun çözümüne yönelik atmadığımız her adım hem kendi seslendiğimiz kitleyi, hem de Kürt halkını diğer ezilenlerin mücadelesinden uzaklaştırır. Onların gizlenmek istenen, meşru ve nesnel temellere dayanan ortak noktaları vardır. Marksizmin öğrencileri, bunlar arasında ayrımcılık yapmaya gidemez. Kendi ezilenlerine yabancılaşanlar, tüm ezilenlere yabancılaşırlar.
Halklarla barış, patronlarla savaş
İşçi sınıfı, henüz bu bilince erişmemiş olsa bile, kendi sınıfsal konumuyla tüm ezilen ulusların mücadelesinin birinci derece aktörlerinden biridir. Bunu bu şekilde görmeyi reddetmek emekçilerin politik etki alanını daraltır. Onları gerici, milliyetçi, kimlikçi ideolojilerin esiri haline getirmeye çalışanlara fayda sağlar. Bu görüşü ve durumu reddetmek durumundayız. Vietnam savaşının ABD’nin içerisinde geniş kitlelerin verdiği barış mücadelesinin büyük desteğiyle ezilenler lehine sonuçlandığını unutmayalım. Benzer bir tablo aslında Türkiye’de de İsrail’de de ancak işçi sınıfının sürece aktif katılımıyla sağlanabilir.
Fakat bizde kendini solda tanımlayan sendikalara baktığımızda böyle bir yaklaşımın zerresini dahi göremiyoruz. Sanki işçi sınıfının politikaya dahil olmaması için varlar. Çeşitli basın açıklamaları ve eylemler yapıldı, ki iyi yapıldı. Ancak Filistin konusunda grev düşmanı iktidarın yumuşak bir karnı var; Filistin’e destek olan kitlesel eylemlere çok büyük bir şiddetle saldırması kolay değil. Bu bağlamda, bu soldan sendikalar en azından yetkili olunan fabrikalarda şalter indirmeyi veya hükümetin İsrail’le ilişkileri durdurmasına yönelik eylemler örgütlemeyi deneyemez miydi? Bu tür bir çaba daha muhafazakar kesimden olup Hak-İş, Türk-İş gibi konfederasyonların sendikalarına üye olan işçileri kendi sendika yönetimleri üzerinde baskı oluşturmasına sevk etmez miydi? Belki de, ancak ortada bir deneme olmadığından sonuçları konuşamıyoruz.
İsrail ordusunun silahlarını üreten, İsrail devletinin savaşa ayırdığı bütçeyi alnının teriyle üretenler İsrailli ve Filistinli işçilerdir. Kapitalist ve sömürgeci rejim, bu üretilen dağlar kadar değeri bir halkı dünyanın gözü önünde yok etmek için kullanıyor. Aynı durum Türkiye için de geçerli: İşçi sınıfının fazla mesailerde kendini tüketerek, sağlığından ve hatta canından olarak ürettiği o büyük değer kendi hayatlarını sürdürmeleri için kullanılmıyor. Sermaye sınıfı o değere el koyarak kâr ediyor. Sermaye iktidarı da o değere el koyarak savaş, baskı ve ayrımcılık politikalarını uygulamak için kullanıyor.
Tüm dünyanın aydınları bir araya gelebilir, barış inisiyatifleri kurulabilir, birçok açıklayıcı metinler yayınlanabilir ancak sömürgeci savaşlar dünya proletaryasının süreçlere aktif müdahalesi olmadan sonlandırılamaz. Halkların kardeşliğine giden yol, sömürgeci savaşlara karşı barış için tüm üretimi durdurabilecek olan, silah sevkiyatlarını ve üretimini engelleyebilecek olan işçi sınıfının politik mücadelesinden geçecektir. Tüm hayatı üretenler, tüm hayatı kardeşçe yaşamak gerektiğini de aynı beceri ve bilgelikle savunabilir.
“Halklarla barış, patronlarla savaş” sloganı asla güncelliğini yitirmemiştir dolayısıyla. Ancak biz bunu ufkumuza alamazsak, işçi sınıfının bunu ufkuna almasını beklemeyelim. Küredeki tüm çelişkilerin çözümünün anahtarı onların gücünde yatıyor. Bunu bilelim, bu gücü örgütlemeye yönelik mücadele edelim.
Yarın, geniş bir yazar kadrosu ile günceli değerlendirme, siyasi gelişmeleri takip etme, öngörme, anlama ve fikri bir yön çizme hedefindedir. Ancak yayınlanan yazılardaki görüşler, Yarın Yayın Kurulu’nun politik değerlendirmeleriyle tümüyle aynı çizgide olmayabilir. Farklı değerlendirmelere sahip olsalar da mücadeleye katkı sunacağını düşündüğümüz tüm yazılara yayın ilkelerimiz çerçevesinde yer vereceğiz.